20 Mayıs 2009 Çarşamba

ÖNSÖZ

Selçuk Kızıldağ'ın kaleme aldığı "Bir Hayalmiş Çanakkale - Gelibolu Çıkmazı" isimli kitaba yazmış olduğum önsöz.

Yıl 1915…

Dünya bir paylaşım kavgası içerisinde…

Osmanlı’nın suçu büyük!...

Kendisinden tarafsız kalması beklenirken, Almanya’nın yanında savaşa girmiş, Rusya’nın müttefikleri ile arasında bir engel oluşturmuş.

Rusya aç, Rusya perişan, iç karışıklıklar içerisinde. Savaşta kalabilmesi için yardıma ihtiyacı var…

Yardım için önce Çanakkale, daha sonra da İstanbul Boğazı’nın ele geçirilmesi gerek…

İngiltere güçlü… Fransa güçlü… Dünyanın dört bir yanında sömürgeleri, dolayısı ile kendileri için ölüme gidecek sömürge askerleri var. Paraları var, teknolojileri var, gemileri, topları, tüfekleri var…

Ya Osmanlı’nın nesi var?

Balkan Savaşında hezimete uğramış, yenilmez Türk simgesinin mazide kaldığı görülmüş. Para sınırlı, silah sınırlı, teknoloji ise hiç yok. Tek varlığı, vatanını kanının son damlasına kadar savunmaya kararlı ve inançlı insanı.

İngiltere, Fransa güç gösterisinde… Boğazı 1 haftada geçeceğinden emin…

Sömürge askerleri kendilerini ispat peşinde… Hizmetlerinden emin…

Ortağımız Almanya ise Çanakkale’deki savaşı uzatabildiğince uzatmak niyetinde… Bu cephede savaş ne kadar uzarsa, düşman güçlerini Çanakkale’de ne kadar oyalayabilirse, batı cephesinde süren ana savaşta o kadar nefes alabilecek, zaman kazanabilecek… Osmanlı askeri can veriyormuş ne önemi var? O, kendinden emin…

Hepsi kendi emelinin peşinde, Osmanlı ise vatanını korumanın derdinde...

Sonuç;

Deniz savaşını takiben neredeyse 8,5 ay süren bir kara savaşı…

Metrekare başına altı bin mermi…

Genel Kurmay kaynaklarına göre 56.740 şehit, 97.132 yaralı…

11.178 kayıp, 18.746 bulaşıcı hastalık sonucu ölüm, 8.307 hava değişimi…

Toplamda 192.103 kişi pahasına geçit vermeyen bir Çanakkale…

Eşsiz bir kararlılık, inanç, cesaret ve insanlık örneği…

Dünya savaşının 4 yıl sürmesinin nedeni…

Bize Mustafa Kemal’i kazandıran, İngiliz’in kibrine, Fransız’ın ümidine, sömürgelerin askerine ve Çarlık Rusya’nın geleceğine mezar olan bir Çanakkale.

Elinizdeki kitap, bu hayal kırıklığının öyküsüdür. Bir gecede sessiz sedasız gerçekleştirilen bir kaçışın belgeselidir.

Dünyanın o dönemdeki en büyük gücü, o geceden sonra Çanakkale’yi geçemeyişindeki başarısızlığını, bu habersiz kaçışı ile övünerek perdelemeye çalışmıştır. Ama yaşadığı hayal kırıklığının acısı hala içinde saklı kalmış olmalı ki; yıllar sonra uzaylıların gelip Osmanlı’ya yardım ettiği gibi gülünç hikayelerin arkasına sığınmaya çalışmaktadır. Bu anlaşılabilir bir durumdur ancak bizde yaşananlar akıl alır gibi değildir.

Bugün insan aklına, yönetim bilgisine değer vermeyen bazı kalemlerin yazdığı kitaplar, yeşil cübbeli erenlerin, evliyaların Osmanlı’ya yardıma geldiğinden söz ediyorlar. Daha da vahim olan, Çanakkale şehitliğini ziyaret ettiğinizde aynı hikayeleri görevli rehberlerin de anlattığına tanık oluyorsunuz. Hurafeler, bilgi ambalajı içerisinde sunuluyor gezenlere.

Okullarda ise Mustafa Kemal’in kalbine isabet eden kurşundan, cep saati sayesinde kurtuluşunun anısından ibaret kalıyor Çanakkale.Gençliğimiz, bu savaşta Yunanlar’la savaştığımızı sanıyor, İngiliz’i, Fransız’ı öğrenince şaşırıyor, Yeni Zelanda’lının, Avustralya’lının, Senegalli’nin, Hintli’nin adını duyunca inanası gelmiyor. Tarih hemen her konuda tekerrür ederken, tarihini bilmiyor. İşte bu noktada Selçuk Kızıldağ gibi araştırmacı yazarlarımıza çok büyük görevler düşüyor. Onlarla öğreniyor, onlarla aydınlanıyor, tarihimizi an be an kavrama fırsatını bulabiliyoruz.

Teşekkürler Selçuk Kızıldağ…

Ve işte büyük bir emeğin ve araştırmanın ürünü olan “Bir Hayalmiş Çanakkale”

Değer Erbora
degererbora@gmail.com

23 Eylül 2008 Salı

YİNE, YENİ, YENİDEN AHMET ALTAN

Aşağıda önce Ahmet Altan'ın yazmış olduğu "Ah Akparik" adlı makaleyi ve hemen altında da benim kendisine vermiş olduğum yanıtı bulabilirsiniz.

AH AHPARİK – AHMET ALTAN
http://www.taraf.com.tr/yazar.asp?mid=1820

Ne zaman Ermenilerle ilgili bir yazı yazacak olsam, tuhaf bir şekilde elim insanın içini acıtan müzik parçalarından birine uzanıyor.

Keskin bir keman sesi ya da boğuk ve hüzünlü bir duduk dinlemek istiyorum

Bu ülkede bunun söylenilmesinden hoşlanılmıyor biliyorum ama yeryüzünün en büyük acılarından birini çektiler.

Sakın “onlar da bizi öldürdü” demeyin.

Bunu söylemek gerçekten ayıp.

Rus sınırındaki Ermeni çetecilerle Bursa’daki Ermeni kadının, Adana’daki yaşlı adamın, Sivas’taki bebeğin ne ilgisi var...

Ermeni olmaktan başka?

İttihatçılar insafsız bir soykırım gerçekleştirdiler.

Çok insafsız.

Bir an durun...

Durun ne olur bir an.

Ve, düşünün...

Bir gece evinizde oturuyorsunuz, kapınız çalınıyor ve sizi zorla alıp götürüyorlar.

Evinizin kapısı öyle açık kalıyor.

Yollara düşüyorsunuz.

Geceyarıları dağınık ve yorgun kalabalıklar halinde dağ yollarından geçiriyorlar sizi.

Yanıbaşınızda ihtiyar bir kadıncağız çöküveriyor.

Dipçikle vuruyorlar başına.

Öyle kıvrılıp kalıyor.

Ağlayan torununu kayalara çarpıyorlar.

Masal mı sanıyorsunuz bunları?

Siz Teşkilat-ı Mahsusa’yı biliyor musunuz?

İttihatçıların o korkunç örgütünü?

Hiç yanınızda karınızın ırzına geçtiler mi?

Hiç kocanızı göğsünden vurup öldürdüler mi gözünüzün önünde?

Bir gece evinizde oturup ailenizle yemek yerken sizi sırf Türksünüz diye yerlerde sürükleyerek götürdüler mi?

Sırf Ermeni oldukları için yüz binlerce insana böyle yaptılar.

Ermeni olmalarından başka hiçbir neden yoktu öldürülmeleri için.

Bir vicdanımız var bizim.

Aynı kandan geliyoruz diye katilleri, İttihatçıları, Teşkilat-ı Mahsusa’yı mı tutacağız yoksa başka bir ırktan bir bebeğin ölümüne mi ağlayacağız?

Ne çok Ermeni’yi kayalıklara yapıştırıp kurşuna dizdiler biliyor musunuz?

Sırf Ermeni oldukları için.

Nehirlerde boğdular.

Yorulup yere yıkıldığı için süngülediler.

Öldürdükleri Ermenilerin mallarını mülklerini yağmaladılar.

Tatlı şiveli tombul bir Ermeni gelinini, şakacı, koyu kara gözlü bir Ermeni dudusunu, koca elleri yonttuğu taşlar gibi kabarmış yaşlı bir taş ustasını düşünün...

Âşık bir Ermeni çocuğunu...

Çıtkırıldım bir Ermeni hanımını...

Düşünün bunları...

Ve, bunları bir geceyarısı bir dağ yolunda düşünün.

Açlar, yorgunlar, sefiller ve yalnızlar.

Bitlenmişler.

Hastalanmışlar.

Ölüme doğru götürüldüklerini biliyorlar.

Ölümlerine yürütüyorlar onları.

Ve, öldürüyorlar.

Yüz binlerce insan.

Yüz binlerce insan.

Irkları önemli mi gerçekten?

Kocanızı göğsünüzden çekip alarak bir duvara dayadıklarını düşünün...

Karınızı kolunuzdan koparıp bir kayanın arkasına götürdüklerini düşünün.

Başlarına bunlar gelen insanlar için, onlar Ermeniydi diye hiç üzülmez misiniz gerçekten?

Bir an, bir kısacık an kendinizi onların yerine koyun.

O anı, o çaresizliği hissedin.

Sevdiğiniz insanın öldürülmesinin ne demek olduğunu anlamak için bir içinizi yoklayın.

Türk olduğumuz için insanların çekmiş oldukları acıları görmezden mi geleceğiz?

İttihatçılar çok günah işlediler.

Çok insan öldürdüler.

Bir soyu kırıp geçirdiler.

Ve, biz yıllarca öldürülen bu insanların yakınlarına, sevdikleri için bir ağıt yakmayı bile yasakladık.

Bir ağıtı bile çok gördük.

Bize hep yalan söylediler.

“Onlar da bizi öldürdü” dediler.

Rus sınırında Müslüman Türkleri öldüren Ermeni çeteciler vardı ve öldürdüler.

Onlar da vahşiydi.

Ama Malatya’daki, Bursa’daki, Sivas’taki, Maraş’taki, Adana’daki kadınların, bebeklerin, erkeklerin, ihtiyarların ne alakası var Rus sınırındaki çetecilerle?

İttihatçılar, onları sırf Ermeni oldukları için öldürdüler.

Sonra da öldürdüklerimizin torunlarına kızdık, “o günlerden” söz etmek istiyorlar diye.

Sizin anneannenizi, babaannenizi, annenizi, babanızı öldürselerdi, bunu haykırmak istemez miydiniz?

Kendinizi onlara borçlu hissetmez miydiniz?

Boşverin İttihatçıları, katilleri, gizli teşkilatın kanlı silahşörlerini.

Siz onlara değil, siz öldürülenlere yakınsınız.

İnsansınız siz.

Ve, şimdi “onların” ülkesine gidiyoruz.

Bilmem becerebilir miyiz ama...

O eski günlerin ansına biraz bizim de gözlerimiz yaşarsa ve “affedin” diye mırıldansak...

Belki de hepimizin sırtından ağır bir yük kalkacak, belki de pos bıyıklı yaşlı bir Ermeninin hayali, herkesin gittiği, hepimizin gideceği yerde bir anlığına kısacık gülümseyecek.



Ahmet Altan'a Yanıtımdır...

AHMET ALTAN’A AÇIK MEKTUP

Ben de ne zaman bir Ahmet Altan makalesi okusam, satır aralarında bir çıngıraklı yılan dolaşıyor sanki. Tıslaması kulaklarımda çınlıyor, hiçbir müzik türü gideremiyor bu sesi.

Her yeni makalenizde “sabır” diyorum ama artık yeter; “Ah Akparik” isimli makaleniz bardağı taşıran son damla oldu. Her fırsatta insanlıktan ve barıştan söz eden maskeli yazarın maskesinin ardındaki yüzü ortaya koymaksa şart oldu.

“Durun ne olur bir an ve düşünün” demişsiniz.

Durdum… düşündüm…

Gözlerimi kapattığımda 1915 öncesine gittim birden…

Erzurum’da isyan… Sasun’da isyan… Zeytun’da, Van’da, sonra tekrar Sasun’da, Adana’da isyan…

Derken 1915 yılına geldim… Osmanlı bir yandan dışarıdaki düşmanla savaşıyor…

Bir yandan da Bitlis’te isyan… Erzurum’da isyan… Elazığ’da, Diyarbakır’da, Sivas’ta, Trabzon’da, Yozgat’ta, Van’da isyan… Amaç; Osmanlı’nın gücünü bölmek, düşmana kolaylık sağlamak…

Hepsi Ermeni isyanı… Başlarındakiler Rusya’dan gelen Ermeni komitacıları olabilir ancak isyan edenler, yıllardır birlikte yaşadığı insanları komitacılarla birlikte vahşice öldürenler, bizzat Osmanlı Ermenileri…

Gözlerim hala kapalı 1915 Van’ındayım…

Ruslar Van yolunda… Ermeniler isyanda… Şimdi siz düşünün…

Bıyıkları etleri ile birlikte kesilen erkekler…

Evlerine ot tıkanıp ateşe verilmiş insanlar… Dışarı kaçmak istiyorlar, bu defa kurşunla, süngü ile öldürülüyorlar…

Bir eve doldurulmuş kadınlar, kızlar, defalarca tecavüze uğruyorlar….

Cesetlerle dolu kuyular…

Derisi yüzülmüş, uzuvları kesilmiş erkekler…

Kazığa oturtularak öldürülmüş yaşlı kadınlar… Uzaktan bakılınca başlarında örtüsü oturuyor gibi görünüyorlar.

Alınlarından, ellerinden duvarlara çivilenmiş ihtiyarlar…

Derken daha fazla kırılmamaları için Müslüman ahaliye hicret emri…

Vasıtaları olanlar vasıtaları ile, olmayanlar büyük bir perişanlık içerisinde yollara düşüyor…

İnsanlar yollarda çocuklarını bırakıyor, açlık ve salgın hastalıktan kırılıyor…

Bitlis, Urfa yollarında ailelerin çoğu yok oluyor…

Bazıları da göç için deniz yolunu seçiyor. Onlar için on iki gemi tahsis ediliyor…

Tabi gemiciler hep Ermeni…

Bu gemicilerin yardımı ile Adır adasına çıkarılan dört gemi dolusu insan, Ermeni fedailer tarafından katlediyor…

…ve sonra Ruslar geliyor…

Van’ın neredeyse beşte dördünün yok edildiği bu vahşete onlar bile razı olamıyor.

x x x

Savaşta arkasından vurulduğunu, iç güvenliğinin temelden sarsıldığını gören İttihat ve Terakki, Tehcir Kararını almak zorunda kalıyor.

İllere gönderilen telgraflara bakın; hasta, kör, sakat ve yaşlılar göç ettirilmiyor, şehir merkezlerine yerleştiriliyor.

Katolik ve Protestan mezhebinden olanlar, göç ettirilmiyor ve bulundukları şehirlere yerleştiriliyor.

Osmanlı ordusunda subay ve sağlık sınıflarında hizmet gören Ermeniler ve aileleri bulundukları yerlerde bırakılıyor, göç ettirilmiyor.

Yetim çocuklar ve dul kadınlar da göç ettirilmeyerek yetimhanelerde ve köylerde koruma altına alınıyor ve kendilerine maddi yardımda bulunuluyor.

Ayrıca ilk etapta da sadece belli bölgelerdeki, bir kısım Ermeniler göçe zorunlu kılınıyor, bir kısmı yerinde kalıyor…

Kalanların da hepsi Ermeni. Amaç bir soyu kırmaksa, İttihat ve Terakki neden bu kadar zahmet ve masrafa giriyor?

Bu arada savaş devam ediyor… İsyanlar durmuyor…

Şebinkarahisar’da isyan, Bursa’da isyan, Adana’da, Urfa’da, Fındıkçık’da, İzmit Adapazarı’nda isyan…

İşte o Bursa’daki Ermeni kadın, Adana’daki yaşlı adam, Sivas’taki bebek de bu yüzden gitmek zorunda kalıyor. Tek başlarına gitmiyorlar, yanlarında kocaları, babaları, oğulları da var, ailece gidiyorlar.

Bu arada yukarıda saydığım onca yerde vahşice öldürülenlerin de yaşlı adam, kadın, çocuk ve bebek olduğunu unutmamak gerekiyor, ailece ölüyorlar. Onların da tek suçları Müslüman olmalarıydı, Türk, Kürt, Çerkes, Laz olmalarıydı.

Bu gerçekleri dile getirmenin neresi ayıp? Asıl ayıp olan, bir tarafın kaybına üzülüp, diğerini dikkate bile almamaktır.

Ayrılıkçı Ermenilerden katliamlara fiilen katılmayanların da kimi casusluk, kimi yataklık, kimi yardımcılık yaptı. Bunların savaşmakta olan Osmanlı’ya daha az zarar verdiğini mi sanıyorsunuz? Ya Osmanlı ordusuna dahil olup da, silahları ile birlikte düşman tarafına geçen Ermeniler için ne düşünüyorsunuz?

Tabii ki, birçok Ermeni de Osmanlı’ya sadık kaldı. Ayrılıkçı Ermeniler, sadık Ermenilere de yapmadıklarını bırakmadılar; onları tehdit ettiler, soydular, hunharca öldürdüler.

x x x

Savaşan her devletin ilk önceliği emniyetidir. Nitekim daha I. Dünya Savaşı başlar başlamaz, İngilizler, dünyanın öbür ucundaki sömürgeleri Avustralya’nın güneyinde yaşayan Alman asıllı Avustralya vatandaşlarını kıtanın iç kısımlarına göç ettirdiler. Ortada isyan yok, düşmanla iş birliği yok, casusluk faaliyeti yok, cinayet yok. Hiçbir zaman dile getirilmediği için bunları bilen de yok ama savaş başlar başlamaz ne olur ne olmaz diye sürülmüşler. İngilizler, onları perişan halde sürerken onlara çok gaddarca davranmışlar. Evlerini basmışlar, mallarını mülklerini tarumar etmişler, piyanolarını bile parçalamışlar. Çünkü piyano ile Alman marşı çalabilirlermiş. (Ermeni Meselesi / Bilal N. Şimşir / Syf.26)

x x x

Uzun lafın kısası, İttihat ve Terakki bir soykırım yapmadı. Hem Müslüman ahali’yi hem de Ermeni halkını büyük bir soykırımdan kurtardı. Tehcir edilen Ermeni, kaldığı yerde ölüp, öldüreceğine; gittiği yerde yaşamaya devam etti. Tabii ki, dönemin ilkel koşullarında ve savaş döneminde yollarda kırılanlar oldu. Ancak tehcirde kırılanın canı candı da, hicrette kırılanınki can değil miydi? Önemli olan yitirilen canlarsa, ortalık bunun için ayağa kalkıyorsa, iki tarafın canı için de kalkması gerekmez mi?

Hadi sizin iddia etmiş olduğunuz gibi gerçekten soykırım yapmış olduklarını var sayalım. İngilizler 1919 – 1920 yıllarında yakaladığı İttihatçıyı Malta Adası’na sürmüştü. Hepsi ellerinde tutuklu bulunuyordu. Bunlardan 58’i Ermeniler ile ilgili suçlanıyordu. Ancak ne hikmetse mahkemeye bile çıkarılamadan salıverildiler. Çünkü onları yargılamak için tek bir kanıt bile bulamamışlardı. Oysa o günlerde olay tazeydi, tüm şahitleri hayattaydı. Buna rağmen kanıt bulamadılar. O düzmece Mavi Kitaplarını da delilden sayamadılar. Bu durumda insan, düşünmeden edemiyor; “bu insanları suçlu ilan edebilmek için tüm tanıkların ölmesi mi beklenmiştir?” diye.

x x x

Şimdi tekrar gözlerimi kapıyor ve 90 yıl öncesinden 16 yıl öncesine dönüyorum…

Yıl 1992, yer Azerbaycan’ın Hocalı Köyü…

Bir gece içerisinde katledilen 613 insan… Bunların 83’ü çocuk, 106’sı kadın…

Gözleri oyulmuş… Kulakları, burunları, kafaları ve daha başka birçok organları kesilmiş…

Aynı vahşetten hamile kadınlar ve çocuklar bile nasibini almış…

Bundan başka 487 ağır yaralı, 1275 rehin, 150 kişi kayıp…

Bir gece içinde yaşanan bu vahşete hangi yürek dayanır?

Bu vahşeti yaşayan ve sonra Beyrut’a yerleşen Ermeni gazeteci Daud Kheyriyan da dayanamamış, yazdığı “Haçın Hatırı İçin” adlı kitabında şu satırlara yer vermiş:

“…Gaflan denen ve ölülerin yakılmasıyla görevli Ermeni gurup, Hocalı’nın 1 kilometre batısında bir yere 2 Mart günü 100 Azeri ölüsünü getirip yığdı. Son kamyonda 10 yaşında bir kız çocuğu gördüm. Başından ve elinden yaralıydı. Yüzü morarmıştı. Soğuğa, açlığa ve yaralarına rağmen hala yaşıyordu. Çok az nefes alabiliyordu. Gözlerini ölüm korkusu sarmıştı. O sırada Tigranyan isimli bir asker onu tuttuğu gibi öteki cesetlerin üstüne fırlattı. Sonra tüm cesetleri yaktılar. Bana sanki yanmakta olan ölü bedenler arasından bir çığlık işittim gibi geldi. Yapabileceğim bir şey yoktu. Ben Şuşa’ya döndüm. Onlar Haç’ın hatırı için savaşa devam ettiler.”

x x x

Evet, Ermeni gazeteci, Hocalı Katliamı ile ilgili bunları yazmış…

Peki Ahmet Altan ne yazmış?

Hiçbir şey! Evet, hiçbir şey! İlgi alanına bile girmemiş!

x x x

1986 Jivkov Bulgaristan’ı…

Türkçe isimler Slav isimlerine çevriliyor. Yetmiyor mezar taşlarındaki isimler de değiştiriliyor. Kamu alanlarında insanlar Türkçe konuşamıyor. Türkler, yaşadıkları bölgelerden alınıp Bulgarların çoğunluk olduğu bölgelere yerleştiriliyor. İbadet özgürlükleri kısıtlanıyor. Türk olduğu için iş verilmiyor ve insanlar Türkiye’ye göçe zorlanıyor. Bu kısıtlamalardan bir buçuk milyon insan nasibini alıyor.
Aradan üç yıl geçiyor, bir asimilasyon programı daha kapılarına dayanıyor. 310 bin Türk daha Bulgaristan’ı terk etmek zorunda kalıyor.

Ahmet Altan ise Bulgarların 1908’de bağımsızlıklarını ilan edişlerinde kalmış, sonrasıyla ilgilenmiyor.

Peki ya Yunanistan?... Türkistan?..

Bu konuda da tek satır yazmıyor.
x x x
Türkmen şehri Kerkük’e bitmez tükenmez bir Kürt göçü var, amaç Kürt nüfusu arttırıp, Türkmen’den arındırıp, burayı bir Kürt şehrine çevirmek.
Nüfus öylesine artmış ki; ne elektrik yetiyor ne de su. Yaz günü bir hafta boyunca susuz kalıyorsunuz.
Türkmenlere ait ve Saddam döneminde hükümet tarafından el konulan arazilere derme çatma yapılar kurulmuş. Yeni gelenler buralara yerleştiriliyor.
Kerkük'te yerleşecek olan her Kürt aile için 3000 dolar para yardımı yapılıyor.
Yetmiyor, evlerin yapımı için gerekli olan her türlü malzeme bedelsiz karşılanıyor.
Dahası Kerkük'te ev yapan Kürtlerin elektriği, suyu ve benzini de bedava...
Ohhh, ne ala!
Kürtler sadece boş arazilere değil, aynı zamanda Saddam hükümeti düştükten sonra, şehri terk eden Arapların boş evlerine, stadyumlara ve hatta kullanılmayan devlet binalarına da yerleşiyorlar.
Ya Türkmenler?
İleri gelen Türkmen aileleri her gün tehdit alıyor.
Çocukları okul önlerinden kaçırılıp, yüklü miktarda para karşılığı serbest bırakılıyor.
Her gün meydana gelen patlamalar nedense hep Türkmen mahallelerinde gerçekleşiyor.
Bu patlamalarda insanlar can veriyor, sakat kalıyor.
Ahmet Altan ise bakın kendisine neyi dert ediniyor?
“Vatandaşlığa bağlı bir ülkede milyonlarca Kürt kardeşimizle birlikte yaşarken, başka bir ülkedeki soydaşlarımızı, bu Kürt kardeşlerimizin soydaşlarına karşı koruyarak, çelişkiye düşmüyor muyuz? Bu durum bizi açıkça bölmez mi?”
(Makalenin tamamını için http://www.gazetem.net/aaltanyazi.asp?yaziid=174 )
Daha sonra göreceklerimi, okuyacaklarımı bilmeden “pes” diyorum ama Ahmet Altan, siz öyle bir yazıyorsunuz ki, okudukça neye şaşıracağımı şaşırıyorum.
x x x

Şimdi yine kapıyorum gözlerimi ve Kurtuluş Savaşı günlerine dönüyorum. Ülkemizin batı bölümü Yunan işgali altında…

Bergama ve yöresindeyiz…

Yukarı Kimikler Köyünden Molla İbrahim’i kulaklarına kadar kesiyor, gem takıyorlar. Bu haldeyken Bergama içinde gezdiriyorlar. Sonra tırnaklarını halkın içinde kerpetenle söküyorlar ve 4 gün sonra parçalayarak öldürüyorlar.

Çerkes İdris Ağa’nın 10 yaşındaki kız evlatlığına sekiz, on Yunan askeri birden, bir çok kez tecavüz ediyor, sonra da vücudunu ikiye ayırarak öldürüyorlar.

80 yaşındaki dilsiz oğlu Ahmet ve eşi Zahide’yi paralarını aldıktan sonra parçalayarak öldürüyorlar.

Alaca Köyünden Mehmed oğlu İsmail ile oğlu Mustafa’nın ayaklarını testere ile kesiyorlar.

Firuz Köyü halkına silah aramak bahanesiyle işkence yapıyorlar, pek çok kadın ve kızın ırzına geçtikten sonra hepsini kurşuna diziyorlar.


Şimdi de Orhan Gazi’de bir sokaktayım…

Ağzında el bombası patlatılmış bir delikanlı yatıyor yerde…

Biraz ilerde karnından bağırsakları dökülmüş bir genç kadın cesedi var…

İki adım ötede 2 yaşlarında başsız bir çocuk…

İleride gübre yığını üzerinde 12 yaşında bir kız, ırzına geçilmiş…

İç sokaklara doğru ilerliyorum. 60 yaşında bir kadın… Irzına geçilmiş ve öldürülmüş…

Muratoba Köyü mü?

Erkekleri camiye dolduruyor, üzerlerine gaz dökülüp yakıyorlar...

Ya Çınarcık köyü?

Erkeklere annelerini peşkeş çekmek istiyorlar. Ölüm pahasına bu işi yapmayan delikanlıları süngülerle öldürüyorlar.

Bir taraftan ateşe verilen evler tutuşurken, Yunan askerleri süngü ucuna taktıkları küçük bebekleri kuzu kızartır gibi ateşe tutuyorlar… Genç kızların memelerini kesip, kebap yapıyorlar…

Yalova… Beykoz… Şile… Rezaletin, işkencenin bini bir para…

Tırnak sökmeler, un çuvalında dövmeler, çuvala koyup suya atmalar, ağaca ayaktan asmalar, ağaca asılanları parçalamalar, diri diri çukurlara gömmeler, göz oymalar, kulak kesmeler, camiye doldurup yakmalar, kadınlara zorla erkek uzvu çiğnettirmeler, anne ve babasına zorla tecavüz ettirmeler, kurşuna dizmeler, edep yerlerine bomba koymalar…

Yeter artık! İçim daha fazla dayanmıyor, ben gözlerimi açıyorum.

Sonra merak ediyorum, “Acaba Ahmet Altan bu konuda ne düşünüyor?” diye.

Karşıma “Kendini Öldürmek” adlı makaleniz çıkıyor. Amerikalı Clint Eastwood, tümüyle Japonca olan ve II. Dünya Savaşı’nda Japon askerlerinin Amerikalı askerlere karşı kahramanlıklarını anlatan “Iwo Jima” adlı bir film çekmiş. Film, düşmanın da insan olduğunu anlatıyormuş. Amerika, o kadar hoşgörülüymüş ki, bu filmi Oscar’a aday göstermiş.

Bütün bunları anlatıyor ve soruyorsunuz: “Ben Kurtuluş Savaşı’nda Yunan askerlerinin kahramanlığını anlatan bir film çekebilir miyim?”

Sonra ekliyorsunuz: “Yunanlıların kahramanlıklarını anlatan, tümüyle Yunanca bir film çekip, Türk askerlerinin iki Yunan esirini nasıl acımasızca öldürdüğünü göstermeye kalksam, bunu hoşgörüyle karşılamazsınız. Böyle bir işe kalkışsam, çok büyük bir ihtimalle ‘Türk düşmanı olmakla’, ‘satılmışlıkla’, ‘hainlikle’ suçlanırım.”

Sonra yine soruyorsunuz: “Peki ama niye? Niye ben Yunanların kahramanlıklarını anlatamam?

Hiç mi kahraman, yiğit, cesur Yunan askeri yoktu o savaşta?

Hiç mi hayatını tehlikeye atan, ölümün üstüne yürüyen birileri çıkmadı Yunan ordusunda?

Bütün kahramanlıkları Türkler mi yaptı?”

(Okuduklarına inanamayanlar için makalenin tamamı http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/6378062.asp?yazarid=150&gid=61 adresinde)

Amerika’nın Clint Eastwood gibi sanatçıları varmış. Eastwood’un bu filmini Oscar’a aday gösteren inanılmaz bir hoşgörü varmış. Amerikan toplumu, bu filmin oynadığı sinemaları yakmıyor, Eastwood hakkında “Amerikalılığa hakaretten” dava açılması için gösteriler düzenlemiyor, onu “ölümle” tehdit etmiyormuş. Kongre’de “bu adam bizi sırtımızdan bıçaklıyor” diye bağıran politikacıları yokmuş.

İşte Amerika tüm dünyada en gelişmiş ülkelerden biri kabul edilmesini politikacılarına, liderlerine, askerlerine, ordusuna, silahlarına değil, bütün bu hoşgörülü insanlara borçluymuş.

Bu muhteşem yorumla birlikte bizlere soruyorsunuz:

“Böyle bir film çekersem, beni över ve ödüllere aday gösterir misiniz?”
. . . . . . . . . .

Valla Ahmet Altan, Altın Portakal’ı bilmem ama böyle bir film ile Nobel’i garantilersiniz.

Ya da bakın, aklıma ne geldi? Bence siz, Girit adasındaki Yunan ayaklanmalarının bastırılması sırasında Türklerin gösterdikleri kahramanlıkları anlatan, tamamı Türkçe bir film yapıp, bunu Yunan sinemalarında gösterime sokun. Bakalım size ne ödül verecekler?
. . . . . . . . . . .

Yine değinmeden geçemeyeceğim. Aynı makalede diyorsunuz ki;
“Amerikalı bir sanatçı yaptığı filmde ‘düşmanı’ ‘insana’ dönüştürüyor. Biz düşmanımızı ‘insan’ olarak anlatabilir miyiz?”

İşte size bir öneri daha. Gördüğüm kadarı ile sizin dışarıda düşmanınız olmadığı için zorunlu olarak örneği içeriden vereceğim. Mesela bu aralar en uyuz olduğunuz kim var? Ergenekon Çetesi olarak adlandırdığınız insanlar, değil mi? Kendimi bildim bileli siz hangi kurumdan haz etmezsiniz? Türk Silahlı Kuvvetleri değil mi? Bunlar da sizin kendinize düşman belledikleriniz olduğuna göre, hadi anlayın düşmanınızı, insan olarak görün, sevin onları, sevmeyenlere de sevdirin. Ülkenin bir aydını olarak öncü olduğunuzu gösterin. Ne kaybedersiniz?

x x x

Artık gözlerimi korka korka kapatıyorum. Kıbrıs’tayım… Tarih 24 Aralık 1963…

Silah sesleri duyuluyor…

Tüfek dipçikleri ile kilitli kapılar kırılıyor… İnsanlar sokaklara sürükleniyor…

70 yaşında bir Türk, kırılan ön kapısının sesiyle uyanıyor…

Sendeleyerek yatak odasından çıktığında, bir sürü silahlı gençle karşılaşıyor…

“Çocuğun var mı?” diye soruyorlar…

Şaşkın bir biçimde “Evet” diyor…

“Dışarı gönder” diye emrediyorlar…

19 ve 17 yaşlarında iki oğlu ve 10 yaşındaki kız torunu aceleyle giyinip, silahlı adamların peşinden dışarı çıkıyorlar…

Çiftlik duvarının dibine dizildikten sonra, silahlı adamlar tarafından makineli tüfek ateşiyle öldürülüyorlar…

Başka bir evde, 13 yaşında bir erkek çocuğunun ellerini dizlerinin arkasında bağlayıp, yere yıkıyorlar…

Ardından tekmeleyip, ırzına geçiyorlar…Sonra da tabancayla başının arkasından vuruyorlar…

Tüm bunları ben değil, H. Scott Gibbons, Peace Without Honour adlı kitabında anlatıyor. Haliyle merak ediyorum, Ahmet Altan bu konuda ne diyor?

Bunun yanıtını “Türklerin Tek Sorunu Var” adlı makalenizde buluyoruz.

İnanmayan yine tamamını http://www.hurhaber.com/news_detail.php?id=92609 adresinden okuyabilir.

“Her sorunun bir adı var.
Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu, türban sorunu, terör sorunu, 301 sorunu…
Biz bunların hepsini tek tek ayrı sorunlar olarak görüyoruz.
Bunların hepsinin aslında tek bir ismi olabileceği pek aklımıza gelmiyor.
Belki de bizim böyle hepsi değişik isimli birçok sorunumuz yok.
Belki de bizim adı “Türk sorunu” olan tek bir sorunumuz bulunuyor...” diye eşi benzeri görülmemiş o dahice girişinizden yarım sayfa sonra nihayet Kıbrıs konusuna geliyorsunuz.
“Ya Kıbrıs meselesi?
Biz, Türklere neler yapıldığını hatırlıyoruz, basılan köylerimizi, öldürülen insanlarımızı.

Peki, o olaylardan önce, ‘bağımsızlık’ isteyen Rumlara karşı İngilizlerle işbirliği yapan Türklerin neler yaptığını hatırlıyor muyuz?

Hayır.

Nikos Sampson’u hatırlıyoruz. Onun yaptığı manasız darbeyi de hatırlıyoruz. ‘Soydaşlarımızı’ korumak için adaya ‘kahramanca’ çıkışımızı hatırlıyoruz.

Peki, o adanın yarısına yerleştiğimizi, Rumların mallarına el koyduğumuzu, Kıbrıslı Türkleri bile adadan kaçıracak hale geldiğimizi hatırlıyor muyuz?”

x x x

Hatırlayalım bakalım, neler çıkacak altından…

Yıl 1878, Osmanlı 93 Harbini kaybetmiş. Ruslar Yeşilköy’e kadar gelmiş. İstanbul ve Boğazlar, Rus tehdidi altında. İngilizler ise, Akdeniz ve Uzak Doğu yolunu Ruslara kaptıracak olma telaşında. İngilizler, bir teklif getirirler. Rusya’ya karşı Osmanlı’ya yardım edeceklerdir ancak karşılığında Osmanlı Devleti de Ruslar, Batum, Kars ve Ardahan’ı terk edinceye kadar Kıbrıs adasının idaresini geçici olarak İngiltere’ye bırakacaktır. Ada hukuken Osmanlı Devletine bağlı kalacaktır. Sultan II. Abdülhamid zor durumdadır, bu teklifi kabul etmek zorunda kalır. Böylece Osmanlı’nın Kıbrıs adasındaki 307 yıllık hakimiyeti sona erer. Çünkü aradan uzun yıllar geçip de Osmanlı Devleti, İngiltere’nin karşısında I. Dünya Savaşı’na girince işler değişir. Bahanesini bulan İngiltere, bir bildiri yayınlayarak Kıbrıs’ı İngiltere’ye bağladığını ve Kıbrıs’ın artık İngiliz İmparatorluğu’nun bir parçası olduğunu açıklar. Bu şekilde gasp edilen Kıbrıs’ı artık Kurtuluş Savaşı ve Lozan bile geri getiremeyecektir.

İşte Kıbrıs’ın bu şekilde İngiliz sömürgesi haline gelmesinden sonra Rumların bağımsızlık istediği, Türklerin İngiliz sömürgesi isteyip, İngilizlerle işbirliği yaptığı koskoca bir yalan ve çarpıtmadan ibarettir. Neden mi?

Bir kere, daha 1907 yılından itibaren yani adanın resmen İngiliz sömürgesi olmasından önce; Rumlar, İngiltere’den adanın Yunanistan’a ilhakını (bağlanma) talep ediyorlardı. İngiltere ise, Kıbrıs’ın hiçbir şekilde Yunanistan ile ilgisi bulunmadığını, Rumların Yunan olmadığını ve adanın Türkler tarafından İngiltere’ye devredilmiş bulunduğunu ileri sürerek Rumların bu teklifini reddediyordu.

Rumlar, yılmıyordu. Rum kilisesi önderliğinde heyetler kurup, başta İngiltere olmak üzere birçok Avrupa ülkesine “ilhak” gezileri düzenliyor, Kıbrıs’tan İngiltere’ye sayısız Enosis (yani Yunanistan’a ilhak) telgrafı gönderiyorlardı. Bununla kalsa yine iyi, bu faaliyetlerini silahlı saldırılarla da destekliyorlardı. Rumların Türklere yaptığı ilk silahlı saldırının tarihi 1912’dir. “Yaşasın Yunanistan, Yaşasın İlhak” naraları ile Türk mahallelerini yağmalamış, ev, dükkan ve dini yerleri tahrip etmişlerdi. Bu olayda dört Türk hayatını kaybetmiş, yüzden fazla Türk de yaralanmıştı.
İngiliz sömürge dönemine geldiğimizde ise 1921 ve 1950’de ada Rumları arasında iki kez halk oylaması yapıldığını ve her iki oylamada da ezici çoğunlukla Yunanistan’a ilhak kararı çıktığını görüyoruz.

1931 yılına geldiğimizde ise Yunan Konsolosu Kyrou’nun kışkırtması ile “Milli kurtuluşumuz Yunanistan’la birleşmektir” diyen Papaz Nikodimos’un başkanlığında “ilhak” naraları atarak, ayaklandıklarına tanık oluyoruz. Ancak dikkatinizi çekerim; bu ayaklanma, Kıbrıs’ın sömürge idaresinden kurtulup bağımsızlığını kazanması için değil; Yunanistan’a bağlanması için yapılmıştır.

İngiltere, bu isyanı çok sert önlemlerle bastırmış, 400 kişiyi tutuklamış, isyanın ele başları ile kışkırtıcı konsolosu adadan sürmüş; ardından da okullarda Türk ve Rum tarihlerinin okutulmasını, siyasi faaliyetleri yasaklamış, basına sansür koymuş, yasama meclisi niteliğindeki Kavanin Meclisi’ni de kapatmıştır. Artık ne Türkler ne de Rumlar göndere milli bayraklarını çekememektedir. İşin garibi Türkler, isyana katılmamış, hatta karşı çıkmış olmalarına rağmen yine de Rumlarla aynı cezalara çarptırılmışlardır. Bu arada çarpıtma eğilimi olanlar için açıklayalım, Türkler İngiliz sömürgesi altında yaşamaya bayılmamaktadırlar, yaşadıkları adanın Yunanistan’a ilhakına karşı oldukları için ayaklanmaya karşı çıkmışlardır.

1937’den itibaren İngiltere Kıbrıs’a özerklik vermeyi teklif etmeye başlamıştır ancak Rumlar bunu kabul etmemiş, Yunanistan’a ilhakta ısrar etmişlerdir.

1950’li yılların başlarında bir de terör örgütü kurmuşlardır. Adı; EOKA. Eminim, bu örgüt de sizin için terör örgütü değil, bağımsızlık ordusudur.

Bu arada Yunanistan da elini açık oynamaya başlamış ancak 1952-1954 yılları arasında Kıbrıs'ın kendisine terki için İngiltere nezdinde yaptığı her teşebbüs İngiltere tarafından reddedilmiş ve İngiltere, adanın durumunu değiştirmeyeceğini her seferinde tekrar etmiştir. Böylece 1954 yılının ilk aylarında, Yunanistan hükümetinin bilgisi dahilinde Kıbrıs’a gizli silah sevkıyatı başlamıştır.

İngiltere’den umudunu kesen Yunanistan, 16 Ağustos 1954’de Birleşmiş Milletlere resmen başvurup, İngiltere'den şikayet etmiş ve ada halkına self- determinasyon yani kendi kaderini kendisinin tayin hakkının verilmesini istemiştir. Görüldüğü gibi Yunanistan, Birleşmiş Milletlere baş vururken biraz farklı bir dil kullanmıştır. Ancak birazcık aklı olan insan, yıllardır “ilhak” isteyen bir toplumun kaderini ne yönde tayin edeceğini bilir. Dolayısı ile bu haktan kastedilen, adanın Rum halkına, kendilerini Yunanistan'a katma yetkisinin verilmesinden başka bir şey değildir. Zaten Birleşmiş Milletler de meseleyi ele almış, ancak inceleyince bir karar vermeyi reddetmiştir.

1955 yılı aynı zamanda EOKA’nın Türklere yönelik saldırılarının başladığı yıldır. Yine aynı yıl Doğu Akdeniz ve Kıbrıs hakkında bir üçlü konferans düzenlenmiştir. Konferansa Türkiye adına Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu katılmıştır.

Bu konferansta İngiltere, Yunanistan'ın isteklerine bir miktar taviz olmak üzere, adaya özerklik vermeyi teklif etmiştir. Yunanistan, ada nüfusunun çoğunluğunu Rumların oluşturduğunu belirterek, kendi kaderini tayin hakkında, yani adanın kendisine katılmasında dayatmıştır. Türk tezi ise, Türkiye’nin savunması ve güvenliği bakımından Kıbrıs’ın önemli ve vazgeçilemez olduğu, Kıbrıs el değiştirdiği takdirde dengelerin alt üst olacağı, üstelik adanın coğrafî bakımdan Anadolu’nun devamı olduğu üzerinedir. Kıbrıs’ta statükonun muhafazası şarttır. İngiltere adadan çekilmemelidir. Eğer statüko bozulacaksa, ada Türkiye’ye, yani eski sahibine iade olunmalıdır.

İşte yılanın “tıssss” dediği yer, tam da buradadır. Bir kere Rumların da, Yunanistan’ın da mücadelesi Kıbrıs’ın bağımsızlığı üzerine değil, adanın Yunanistan’a ilhakının şartlarını oluşturmak içindir. “İlhak”ın adına “bağımsızlık” denemeyeceği gibi Türkiye’nin de ilk etapta statükonun devamını savunmasına “işbirliği” denemez. Bu, vatan ve millet kavramı olmayan birine nasıl anlatılır bilemiyorum ama buna mülkiyetinin bile artık kendisine ait olmadığı bir adada, gerek daha az bir nüfusu oluşturan soydaşlarını, gerekse ülkesinin Akdeniz’deki haklarını Rumlara ve Yunanistan’ın emellerine karşı korumaya çalışmak denir.

“Ya İngiliz sömürge yönetiminin polis gücü?” diyeceksiniz. Doğrudur, polis gücü çoğunlukla Kıbrıslı Türklerden oluşmaktadır ancak bunun nedeni rahatlıkla anlaşılabileceği gibi adanın EOKA terörü altında olmasıdır. Bu şartlarda burada da ima ettiğiniz gibi bir işbirliğinden söz edilemez.

Londra Konferansı olumlu bir netice vermeden 7 Eylül’de dağılmıştır. İngiltere yine de adaya özerklik vermekte kararlıdır ve bu konuda hazırlıklara başlamıştır. Türkiye bir oldu bitti ile karşı karşıyadır ve bu durum kesinlikle zararınadır. Mecburen bu özerkliğe bir eğilim gösterir ama bu rejim içinde Kıbrıs Türklerinin özgürlük ve yaşama haklarını da garanti altına almak için bu defa kendi özerklik teklifini İngiltere’ye bildirir.

1956 yılının başına geldiğimizde EOKA’nın Kıbrıs'taki eylemlerin şiddeti her geçen gün artmakta ve bu şiddet Yunanistan tarafından beslenmektedir. İngilizler, Makarios’un EOKA’nın siyasi lideri olduğunu öğrenirler ve onu tutuklayıp, sürgüne gönderirler. EOKA militanları, terör yaptıkları bu dönemde yüzlerce Türk‘ün yanı sıra, 100 İngiliz ve yüzlerce Rum’u da katletmiş, 30 Türk köyünü yakıp yıkarak, burada yaşayan Türklerin göç etmesine neden olmuşlardır, bilgilerinize sunarım.

Derken İngiltere, Kıbrıs’ta iki ayrı toplum olduğuna göre, kendi kaderini tayin hakkının her iki toplum için de ayrı ayrı tanınması gerektiği fikrini ortaya atar ve ada için bir Anayasa hazırlatır. Böylece adanın taksimi de bir çözüm yolu olarak ele alınabilecektir. Türk hükümeti bu fikri daha çok benimser ve bundan sonra taksim tezi üzerinde ısrar eder. Adanın Türk halkı da taksim tezini var gücüyle savunur.

Bu arada Yunanistan Kıbrıs meselesini her yıl Birleşmiş Milletlere götürmekten geri kalmaz. Birleşmiş Milletler ise her seferinde kesin bir karar almaktan kaçınır ve meselenin Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında müzakere yolu ile çözümlenmesi fikrini benimser.

1958 yılında EOKA artık iyice azıttığından gerek Türk-Yunan, gerekse Yunan-İngiliz ilişkileri gerginleşir, bunun için de Amerika ve NATO araya girip, taraflara baskı yapmaya başlar.

En sonunda 1959’da Zurich’de bir araya gelen iki devletin başbakanı, bir Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmasına karar verirler ve bu devlette Kıbrıs Türk toplumunun hürriyet ve yaşama haklarını garanti altına almak için anayasa esasları ile diğer anlaşmaları tespit ederler. Bu anlaşmalar, 19 Şubat 1959 tarihinde Londra'da, Türkiye, Yunanistan, İngiltere ile Kıbrıs Türk ve Rum toplumlarının temsilcileri tarafından imza edilir.

Zürich ve Londra Anlaşmaları, Kıbrıs Cumhuriyeti ile Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında organik bağlar kurmaktaydı. Buna göre, Kıbrıs Cumhuriyeti, Anayasa düzenini bütün ayrıntıları ile koruyacaktı. Korumadığı takdirde Türkiye, İngiltere ve Yunanistan, birbirlerine danışacaktı. Bu danışma sonucunda bir anlaşma gerçekleşmez ve sorun devam ederse bu üç devletten her biri, anayasa düzenini yerleştirmek için, tek başına müdahale hakkına sahip olacaktı.

Yine Anayasa'nın ayrılmaz parçasını teşkil eden İttifak Antlaşması'na göre, Yunanistan Kıbrıs’ta 950 kişilik, Türkiye ise 650 kişilik bir askeri kuvvet bulundurmak hakkına sahipti. Bu anlaşmalarla Kıbrıs Cumhuriyeti için Enosis ve taksim yasaklandı ve nihayet 16 Ağustos 1960 tarihinde Kıbrıs Cumhuriyeti resmen kuruldu.

Fakat bu Cumhuriyet, ancak 21 Aralık 1963 tarihine kadar yaşayabildi. Çünkü 1963’de yeniden saldırılara başlayan ve 103 Türk köyünü yakıp yıkarak 500’den fazla Türk’ü katleden EOKA, on binlerce Türk’ü de göçe zorladı.

Gerisini biliyoruz zaten. Konuyu bu kadar ayrıntılı ve uzun olarak ele almak zorunda kalmamın nedeni, konuya yeterince yakın olmayanlar ve dilinizi bilmeyenler için “tıssss” sesini Türkçe’ye tercüme etmekti.

x x x

Birinci Dünya savaşında Ermenilerle, Kurtuluş Savaşında Yunanlarla, Kıbrıs’ta Rumlarla gönül bağı kuran Ahmet Altan, Kandil Dağı’na gidip, PKK’lılarla da yarenlik ediyor.

Gün boyu onlarla şakalaşıp, gülüşürken, arada dünyanın artık silah istemediğini, silahı bırakıp sorunu siyasetle çözmeleri gerektiğini söylüyor. Peki, silah istemeyen o dünya, ‘neden bu silahları üretiyor sonra da PKK ve benzeri terör örgütlerine satıyor?’ diye hiç düşünmüyor. Bu örgütler, kendi silahlarını kendileri üretemediklerine göre, silahı, bombayı, mayını üretmezsin, olur biter.

PKK’lı konuşuyor: “Kürt ulusu eziliyor.”, “Onun ezilmeyeceğinin garantisi olmalı”

Kürt ulusunu koruyorlar öyle mi?

Sizin makalelerinize bakarsak PKK ve Öcalan 1980’li yıllarda askeri bir cuntanın gölgesi Türkiye’nin üzerindeyken, Kürtçe konuşmak, Kürtçe şarkı söylemek, Kürt çocuklarına Kürtçe isimler koymak yasaklanmışken, Diyarbakır Hapishanesinde Kürtler tarihte eşine az rastlanır bir zulmün hedefindeyken ve seslerini duyurmanın hiçbir yasal yolu yokken çıkmıştır sahneye.

Sahi mi?

12 Eylül darbesinde bu insanlar, Kürt oldukları için mi yoksa yasa dışı örgütlere mensup ya da ilişkili oldukları için mi hapishanelere girip, acılar çektiler? Yöntemleri savunmuyorum ancak o acıları sadece Kürtler mi çekti? Kürt olmayan insanlar da çekmedi mi?

PKK mı Kürt halkının haklarını ve kimliğini koruyacak? Bunun için önce kendi kimliği olması gerekmez mi? Temeli 1978’de atılan PKK, önce Kürtçü söylemleri olan Marksist – Leninist bir örgüt. İlk iş bölgede Kürtçülük yapan diğer Marksist – Leninist örgütlere saldırıyor. Diğer tarafta Ermeni ASALA Örgütü ile diplomatlarımızı öldürmek için işbirliği yapıyor. O bitiyor, kendi halkına saldırıyor, kadın, erkek, çocuk, bebek demeden katlediyor. Nedir suçu bu insanların? Türkiye Cumhuriyeti düzenine karşı olmamak. Arkasında önce Sovyet Rusya, sonra Suriye, Irak, İran, Yunanistan ve benzerleri.

Derken Sovyet Rusya çöküyor, PKK 180 derece dönüş gösterip arkasına Amerika’yı alıyor. Avrupa Birliği ülkelerinin yardımları da cabası. AB, ABD ve PKK, namı diğer üç kafadar, gerek silahlı gerekse sosyal ve psikolojik her yönden saldırırken, yöneticilerimiz olayın sadece askeri yanına ilgi gösterip, diğer yanlarını es geçince Kürt halkının bir bölümü de bunları kendine dost sanıyor. Tarih bilmediği için, geçmişte bunları dost bilenlerin çıkar dengeleri değiştiğinde nasıl ortada kaldıklarını da hatırlamıyor.

Dünün Marksist – Leninist PKK’sı kapanın elinde kalıyor, bugün de var gücü ile neoliberal politikaların oyuncağı, küreselleşme çalışmalarının vahşi bir parçası oluyor. Kim yüz verirse ona hizmet ediyor. İnsan, yarın kimin emrine gireceğini merak etmeden duramıyor.

Ancak gerçek o ki, tüm bu işbirliğinin sonucunda insanlarımız ölüyor, toplum hızla ikiye bölünüyor. Yıllardır terör belası ile uğraşan ülkemiz, teröre para akıtmaktan hiçbir alanda gelişemiyor. Devlet borç batağında yüzüyor. Tarım, sanayi ve başka her alandaki gelişmemiz baltalanıyor. Kimse kazanmıyor, kazanan sadece silah ve uyuşturucu tüccarları oluyor.

Buna bir de babalar gibi satanlar eklenince sanayi tesisleri gidiyor, bankalar gidiyor, tarım alanları, orman alanları akla gelen ve bu ülkenin olan ne varsa her şey gidiyor. Devletten sonra halkımız da borç içinde yüzmeye başlıyor. Üreten Türkiye yok oluyor, sadece tüketen bir Türkiye oluşuyor. Kimse kazanmıyor, sadece ulus ötesi şirketler, yabancı ve büyük devletler kazanıyor. Yabancı bankaların icra avukatları kapımıza dayanıyor, Türk – Kürt diye ayırmıyor. Bir bakın etrafınıza, biz burada birbirimizi yerken, elimizde avucumuzda ne varsa kayıp gidiyor. Ülkemiz tüm varlıkları ile birlikte geleceğini de kaybediyor. Bütün bunların ardında küreselleşme çalışmaları yatıyor. Para babası ulus ötesi şirketler daha da çok kazansın diye insanlar ölüyor, aileler yok oluyor.

Ancak bu durum şimdilik AB ve ABD’den beslenen PKK’nın umurunda olmuyor. Ahmet Altan’ı da ilgilendirmiyor. Onlar Kandil Dağında bir günde “kanka” oluyorlar. Artık Ahmet Altan’ın orada aynı odayı paylaştığı, konuştuğu, şakalaştığı dostları var. Salih var, Bozan var, Mizgin, Jiyan, Roj, Adem var. Bir daha bir operasyon olursa eğer, sonuçlarını içi titreyerek okuyacak Ahmet Altan; tanıdık bir isme rastlamaktan korkarak…
http://radikalgazetesi.wordpress.com/2008/02/03/ahmet-altan-kandil’de-bir-gun/

Artık burada dermanım tükeniyor Ahmet Altan. Size söylenecek sözler de anlamını yitiriyor. Bir gün Türk olmayan herkese gösterdiğiniz ilgi, sevgi ve anlayışın en azından onda birini bu millete de gösterdiğiniz günleri görebilmeyi diliyor ve sizi vicdanınızla baş başa bırakıyorum. Bu arada gerek 80 darbesinden çok çekmiş PKK’lı dostlarınıza, gerekse küreselleşmenin ülkemize ve tüm dünyaya özgürlük getireceğini savunan size 80 darbesinin de, küreselleşme hareketinin de arkasında Amerika’nın olduğunu hatırlatmak istiyorum.

Değer Erbora
degererbora@gmail.com

21 Temmuz 2008 Pazartesi

BÖYLE DOSTLUK DÜŞMAN BAŞINA!

BÖYLE DOSTLUK, DÜŞMAN BAŞINA!

Hırant Dink’in cenazesinin kaldırıldığı günün akşamıydı ve bazılarının kendilerini “Hepimiz Ermeniyiz” diye tanımladığı dönemdi. Mehmet Ali Birand, Kanal D ekranına çıkmış, şöyle diyordu: “Erivan, Türk halkının yaptığı empatiden, gösterdiği samimi üzüntüden öylesine etkilendi ki; ön koşulsuz olarak Türkiye ile masaya oturmaya karar verdi.”

İzleyicilerden kaçı, Erivan’ın Ermenistan’ın başkenti olduğunu biliyordu, kuşkuluyum ama halkın büyük çoğunluğunun bu “ön koşullar” konusunda hiçbir şey bilmediğine işte o akşamdan sonra inandım. Eğer bilselerdi, kandırmacanın bu kadarına dayanamaz, aptal yerine konmayı, kendilerine yediremezlerdi. Oysa yukarıdaki cümleler hiç tepki görmedi, bazı kesimlerde dostluk sağlar ümidi ile memnuniyet bile yarattı.

Aradan 1,5 sene geçti. Bugün gazete manşetlerinden öğreniyoruz ki, Türkiye ve Ermenistan yetkilileri gizli gizli buluşup, görüşmüşler. Sonra Çankaya’ya maç davetleri gönderilmiş, bir yakınlık, bir yakınlık, sormayın gitsin.

Ermenistan’ın yeni Cumhurbaşkanı, Türkiye ile ilişkileri normalleştirmekten söz ediyor ve “Türk – Ermeni sınırının açılmasını sağlamak için Türk devleti ve halkına yeni bir diyalog öneriyorum” diyor.

Güzel! Peki, ön koşullar ne olacak?

Ön koşul yok!

Öyle ise değişen ne?

Ermenistan Cumhurbaşkanının adı dışında hiçbir şey.

Peki o zaman bu samimiyet neyin nesi?

Bilen biliyor, bilmeyenler için biraz açalım.

* * *

Mehmet Ali Birand, bundan 1,5 yıl önce 70 milyonun gözünün içine baka baka yalan söylerken, halkın bu bilgi eksikliğine güveniyordu aslında. Ayrıca halkımız, kendini bildi bileli sürekli Türkiye’den bir şeyler istenmesine alışıktır. Ermenistan da ön koşullar koyarak, bizden bir şeyler istemiş çok mu? Oysa gerçek bambaşka ve ucuz oyunlara gelmemek için çok iyi bilinmesi gerekiyor.

Özetle; Türkiye – Ermenistan kara sınırı 14 yıldır kapalıdır. Türkiye ile Ermenistan arasında diplomatik ilişki yoktur ve Türkiye, Ermenistan’a ekonomik ambargo uygulamaktadır. Buna rağmen her ne hikmetse Ermenistan’ın her köşesi Ülker marka gıda ürünleri ile doludur ama konuyu dağıtmamak için böyle bir cümle ile değinip, geçelim.

İlişkilerin normalleşmesi demek, sınırın açılması, diplomatik ilişkilerin başlaması ve Türkiye’nin Ermenistan üzerindeki ekonomik ambargosunu kaldırması anlamına gelmektedir. Bu durumdan mustarip olan kesim Ermenistan’dır ve yıllardır Türkiye ile masaya oturabilmek için can atmaktadır. Ancak o masaya oturmak için Türkiye’nin Ermenistan’a üç maddelik ön koşulu vardır.

1) Ermeni Soykırımı iftirasına son verilecek
2) Türkiye’den toprak talebine bir son verilecek (Çünkü Ermenistan’ın gerek Bağımsızlık bildirgesinde gerekse Anayasasının giriş bölümünde Türkiye’den toprak talepleri açıkça dile getirildiği gibi, bayrağında da Ağrı Dağı Ermenistan’da gösterilmektedir ve Ermenistan, ülkemizin doğusunu Batı Ermenistan olarak tanımlamaktadır)
3) Ermenistan, Azerbaycan’da işgal ettiği toprakları boşaltacak.

Bu üç madde, Ermenistan’ın işine gelmediğinden, Türkiye ile önkoşulsuz olarak masaya oturmak için her yolu denemektedir. Ondan sonra da utanmadan, dostluktan, iyi ilişkilerden dem vurmaktadır. Daha da kötüsü, bugünkü AKP hükümeti, ABD öyle istediği için, bu ön koşullardan vaz geçip, Ermenistan ile masaya oturmak üzeredir. Bu gizli görüşmelerin, maç davetlerinin, dostluk gösterilerinin anlamı budur.

* * *

Peki, Türkiye – Ermenistan sınırını açarsak ne olur?

Bir zamanlar kırsal alanda yabancıların gayrimenkul satın almalarını engelleyen bir Köy Kanunumuz vardı. Ancak yazık ki; AB’ye uyum yasaları kapsamında 2003 yılında AKP tarafından değiştirildi ve böylelikle yabancıların sınır bölgelerinde toprak satın almaları mümkün kılındı. Kars, Ardahan, Iğdır ve Van yöresi, Ermenilerin öncelikli hedefleri arasında olduğundan dolayı, eğer sınır açılırsa, Ermeniler bu kanun değişikliğinden yararlanıp, söz konusu yerlerde toprak satın alabilecekler.

Hemen anımsayalım; bir zamanlar aynı hatayı yapıp, Yahudilere toprak satan Filistin, bugün haritadan silinmiş durumdadır ve yerinde İsrail yer almaktadır.

Bir başka örnek de kendi tarihimizden: Zamanında Ege yöresinde bol miktarda toprak satın alan Rum ve Yunanlılar, Mart 1922’de, merkezi İzmir olmak üzere Ege bölgesinde bir “İonya Prensliği” kurmaya kalkmışlardı. Mustafa Kemal ve Büyük Taarruz yardıma yetişmeseydi, amaçlarına ulaşacaklardı.

İşte böyle acı bir tarihi deneyimden sonra çıkarılan o Köy Kanununu, AB’ye uyum yolunda yitirdik.

Sesim buradan duyulur mu bilemiyorum ancak birilerine seslenmek geliyor içimden.

* Bir daha bu kadar çaresiz bırakılmış, ekmeğinin ve canının derdine düşürülmüş, tarihi ile, ülkesinde olup bitenlerle ilişiği kesilmiş bir halk çoğunluğu bulamazsınız. Vakit varken, hiç durmayın satın, ne bulursanız satın!

* Hazır bir Ergenekon masalı ile ortalık toza dumana bulanmışken, Yeni Toprak Yasasını da çıkarttınız. Bugüne kadar dağı taşı sattığınız yetmezmiş gibi, eski kanunda %5 olan yabancıya toprak satış sınırını %10’a yükselttiniz. Yetmez; %50’ye, hatta %100’e çıkartın; halk nasılsa anlamaz.

* “Ergenekon” dediniz; sizler otururken, ülke ülke dolaşıp soykırımın bir yalan olduğunu bütün dünyaya haykıran insanı da içeri tıktınız, meydan boş kaldı nasılsa… Anlaşın Ermenistan’la, dost olun, kanka olun; kimse bir şey demez merak etmeyin. “İyi niyetimizi gösterdik dersiniz”; bu millet, olumlu kelimelerden oluşan masallara bayılır, seve seve inanır, siz hiç düşünmeyin.

* Kıbrıs’ta da iyi niyetinizi göstermiştiniz ama Rumlar anlamadılar. Durmak Yok, Yola Devam! Tekrar deneyin, belki bu sefer değerinizi bilirler.

* Hatta ne yapacağız bu kadar geniş toprağı? Yönetimi bir sorun, ulaşımı başka sorun. Baksanıza sırf bu yüzden AB’ye bile giremiyoruz. Bölün ülkeyi seksen beş eyalete, her biri ayrı vatan olsun, kendini farklı hissetmek isteyene.

* Millet mi? Boş verin canım, Petrol Yasası çıkardınız, petrolünü son damlasına kadar yabancıya teslim ettiniz, farkına bile varmadı. Sosyal Güvenlik Yasası adı altında çalışanın, emeklinin hakkını ellerinden aldınız, sesi bile çıkmadı. Vakıflar Yasası diye topraklarını yabancıların talanına açtınız, her türlü entrikaya karşı savunmasız bıraktınız ruhu bile duymadı. Şimdi sınırları açıp, Ermenilere toprak sundunuz diye mi sesini çıkaracak?

* Arada birkaç çatlak ses çıkacaktır belki ama sorun değil. Birkaç gizli tanık bulunur, “Ergenekon” denir, onlar da tutuklanır, olur biter.

Ancak bütün bunların sorumlusu olarak, bu dünyada ya da öbür dünyada kendinize yatacak yer bulabilir misiniz, orasını bilemem.

Hala “Bırakın da çalışalım!” diyorsunuz. Oysa yapmakta olduğunuz her çalışma bize kabus, karabasan olarak geri dönüyor. Biz de çok rica ediyoruz, artık bırakın da onurumuzla yaşayalım!

Değer Erbora
degererbora@gmail.com
18.Temmuz.2008

13 Haziran 2008 Cuma

MANDACI ATATÜRK'Ü NASIL SEVSİN?

MANDACI ATATÜRK’Ü NASIL SEVSİN?

Artık duymayan, bilmeyen kalmadı; geçtiğimiz akşam Fatih Altaylı’nın dört üniversiteli konuğu vardı. İkisi, yüzlerinde her zamanki öğretilmiş masum ve mağdur maske ile Kevser ve Nuray isimli türban eylemcileri; biri, “ne pahasına olursa olsun ille de özgürlük” diyen bir liberal, diğeri ise Kemalist gençliğin temsilcisiydi.

Konuşmalar gerçekten ilginç, satır araları okumasını bilenler için son derece anlamlı, söylemler yaman çelişkilerle doluydu. Amacım kafanızı türban konusu ile şişirmek değil, merak etmeyin. Zaten Nuray’ın tüm maskeleri düşüren itiraflarının artık kör olmuş gözleri, sağır olmuş kulakları, hoşgörü, dialog, özgürlük gibi süslü sözlerle etkilenmiş beyinleri kendine getirmesini, bu anlamsız tartışmaya bir son verdirmesini ve ülkemizin gerçek sorunlarına ilgi gösterilmeye başlanmasını bütün kalbimle diliyorum.

Bir yandan Fatih Altaylı’nın Kevser ve Nuray ile söyleşisini incelerken, bir yandan da bir haftalığına olsun özgürlüğü yaşamak için Antalya’ya gelen İranlı hanımlarla sohbetlerim sırasında öğrendiğim bazı gerçeklere değinmek ve biraz da bu bilgilerin ışığında ülkelerimizi karşılaştırmak istiyorum.

Böylece ne İran’ı sadece kara çarşaf, sarık, sakal ve cüppeden ibaret bir tablo ile beyinlerimize kazıyıp, yarattıkları korkuyu kendi emelleri için kullanan kesimlerin oyununa geliriz; ne her türlü özgürlüğe sahipken özgürlüğünü kaybetme özgürlüğü için mücadele veren, beyinleri yanlış bilgilerle yıkandıktan sonra türbanlanmış kızlarımızın yaktığı ateşe atılırız; ne de bu kızları kullanan şarlatanların tuzağına düşeriz.

Şimdi izninizle dönelim programa.

Fatih Altaylı, Kevser’e facebook’taki sayfasına Humeyni’nin resmini neden koyduğunu sorduğunda “Humeyni’yi severim, saygı duyarım” yanıtını aldı ve konuşma şu şekilde devam etti:
- “Ama İran’da baskı rejimi var?”

- “İran’daki rejimi ben desteklemiyorum kesinlikle…”

- “Ama kurucusu Humeyni?”

- “Humeyni’nin aynı görüşlere sahip olması anlamına gelmez bu.”


İran’daki İslami rejimi kuran kişi, Humeyni. Rejimin en sıkı, en baskıcı günlerinde devletin başındaki kişi, Humeyni. Devrimi yapmasına yardımcı olan ama kendisinden görmediği herkesi öldürten, yine Humeyni. Kevser kızımız, hem İran’daki rejimi desteklemiyor, hem bu rejimin kurucusu ve yürütücüsü Humeyni’yi destekliyor. Ben bu insanların sözlerinde ve düşüncelerinde bir mantık aramaktan çoktan vaz geçtim, bunun çok umutsuz bir çaba olduğunu bildiğim için kendimi hiç yormuyor ve gülümsemekle yetiniyorum. Sanırım bugünkü baskı rejiminin Humeyni’den kaynaklanmadığını, Humeyni’den sonra rejimin bozulduğunu söylemek istiyor. Ancak gerçekte Humeyni’den sonra rejimin baskısı artmıyor, azalıyor. Bunu ya bilmiyor ya da aslında Humeyni sonrası yumuşamaya yüz tutmuş rejimi desteklemiyor.

“Nasıl yani?” dediğinizi duyar gibiyim. Şöyle anlatayım. Bizim sandığımızın aksine İran’da kadınlar artık burka giymek zorunda değiller. Burkalı kadınlar var yine tabii ama artık İranlı kadınların giysileri, bizim tesettürlü hanımlarınkine benziyor. Uzun etek, altına pantolon, üzerine uzun manto. Başlar örtülü, kollar bileklere kadar kapalı. Eteğin altındaki pantolonun paçaları asla bot ya da çizme içine sokulamıyor, kesinle yasak. Nedenini bilmiyorlar, sormaya da gerek duymuyorlar, sadece yasağa uyuyorlar.

Bir kadın ve bir erkek nikahsız olarak yolda yürüyemiyor, aynı arabada seyahat edemiyor. Yakalanırsa karakolu boyluyor. Genç bir İranlı kız anlattı. Yakalanmış, karakola götürülmüş, çok korkmuş. Gözlerim korkuyla büyüyor, “Ne ceza verdiler?” diyorum. Annesine, babasına haber vermişler, gelmiş kızlarını karakoldan almışlar. Akıbet, anne babanın insafına, bakış açısına, anlayışına kalmış.

Kadınlar, her sporu yapamıyorlar. Giysi sorunu olduğu için su sporlarına katılamıyorlar. Ama hükümet bu konu üzerinde çalışıyormuş. Yakında uygun bir giysi yaratacaklarmış ve kadınlar da su sporu yapabileceklermiş. Kadınlar, atış ve satranç hariç, olimpiyatlara da katılamıyorlar.

Kadınların miras payı bildiğimiz gibi erkeklerin yarısı kadar ancak hükümet bunun için de bir yasa çıkartmış. Anne ve baba, “kızımızın miras payının oğlumuzla eşit olmasını istiyoruz” diye mahkemeye başvurduğu takdirde, kadın da mirastan erkek kardeşi ile eşit pay alabiliyormuş.

Yani bugünün İran’ı, Humeyni’nin İran’ından çok daha yumuşak. Anlaşılan rejim yerleştikçe ve halkın boyun eğişi artıp, süreklilik kazandıkça, rejim de kendini güvende hissetmeye ve yavaş yavaş yumuşamaya başlamış.

Kadınların seçme ve seçilme hakları var İran’da. Sayıları az olmakla birlikte kadın milletvekilleri de var. Bir kadının devlet başkanı olabilmesini engelleyen bir yasa yok ama daha buna teşebbüs eden bir kadın çıkmamış tabii. Kadınlar çalışabiliyor. Önce bu duruma çok şaşırdım ama biraz deşeleyince İran nüfusunun %65’ini kadınların oluşturduğunu öğrendim. Nüfusun üçte ikisini ekonomik yaşamdan soyutlamayı göze alamamışlar anlaşılan.

* * *

- “Atatürk’ü seviyor musun?”
- “Atatürk’ü sevmeme hakkı var mı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının?”


Bu yanıt, Humeyni’yi sevdiğini hiç düşünmeden söyleyen Nuray’a ait ve kaçamak bir sorudan oluşan bu ilk yanıtını verebilmesi için 16 saniye düşünmesi gerekti.

- “Tabii bir sürü insan sevmediğini söylüyor sağ da solda”
- “Öyle mi? O.K. Başıma bir şey gelemeyecekse ben sevmiyorum.”


Burada bir parantez açalım. Atatürk’ü sevip, sevmemekle ilgili değil; Atatürk’ü sevmediğini söyleyebilmekle ilgili bir parantez. Çok sevdikleri Humeyni’nin ülkesinde Humeyni’yi eleştirmek, hakkında olumsuz konuşmak, Humeyni’yi sevmediğini söylemek çok ağır bir suç ve cezası ölüm. Aynı şekilde rejimi, devletin ileri gelenlerini eleştirmek ve haklarında olumsuz olarak konuşmak da ölüm cezasına kadar varan ağır cezalar verilmesine neden oluyor. İşte özgürlük, işte demokrasi!

* * *

- “Atatürk’ün yetkiyi padişahtan, saraydan alırken laik bir cumhuriyet kurmak için aldığını düşünmüyorum. Halk o zaman İslami değerler için savaştı. Nitekim Kurtuluş Savaşı’nın başlaması da Kahramanmaraş’ta Fransız askerlerinin Nene Hatun’un başörtüsüne uzanması ile olmuştur.”

- “Maraş’la Erzurum’u birbirine karıştırdın. Biri Erzurum, biri Maraş, farklı yerlerde…..”

- “Maraş’ta değil miydi? Her neyse Maraş’ta Fransız askerleri bir kadının örtüsüne saldırıyor. Bize öğretilen bu ve Sütçü İmam buna karşı ilk ateşi açıyor, böylelikle Kurtuluş Savaşı başlıyor…”

Karar veremiyorum bir türlü; yarım yamalak bilgilerle donatılarak militanlık yapsın diye ortalığa salınan bu kızlarımız mı yoksa bu cehalete karşı umutsuzca bir şeyler anlatmaya çalışan bizler mi daha zavallı durumdayız?

Neresinden başlamalı ki düzeltmeye? Bir kere Atatürk’ün laik bir cumhuriyet kurmak için padişahtan yetki aldığını kimse iddia etmiyor zaten. Padişah’ın Atatürk’e vermiş olduğu yetki, bunlara öğretildiği gibi gidip Samsun’da Milli Mücadeleye başlatması için değil, Samsun’daki Türklere saldırıp, canından bezdiren Rum çetelerini, yine bu halkın tepkisinden korumak içindir. Talep İngilizler’den gelmiştir, yetki padişahça verilmiştir ve içeriği ise görüldüğü gibi içler acısıdır.

Fatih Altaylı’nın da derhal düzeltme ihtiyacı duyduğu gibi; Nene Hatun neredeee, Sütçü İmam nerededir. Nene Hatun, 1877’deki “93 Harbi”nde, Erzurum’da; Sütçü İmam ise, 1919’da Maraş’tadır. Arada tam 42 yıl ve 644 km. var.

Öncelikle Nene Hatun’un başındaki örtüyü Fransız üniformalı Ermeni’den korumaktan daha önemli işleri vardı. Çünkü o, Rus üniforması giymiş Ermenilerle uğraşıyordu. 8-9 Kasım 1877 gecesi Osmanlı vatandaşı olan Ermeni çeteleri Erzurum’un Aziziye tabyasına girmiş, uyumakta olan Türk askerlerini öldürmüş, arkadan gelen Rus askerlerine hiç zahmet vermeden tabyayı teslim etmişlerdi. Neyse ki, baskından yaralı olarak kurtulmayı başaran bir asker Erzurum halkına haberi yetiştirmiş, halk da silahı varsa silahını, yoksa kazma, kürek, balta, sopa, taş eline ne geçirdiyse onu kaparak, Tabya’ya koşmuştu. Erzurumlu Nene Hatun da o günlerde 20 yaşındaydı. Kocası cephedeydi. Kardeşi de cepheden ağır yaralı olarak dönmüş ve bir gün önce kollarında can vermişti. Küçücük bir oğlu, 3 aylık bir kızı vardı. Onlara bakacak kimse yoktu. Nene Hatun, çocuklarını evde Allah’a emanet edip, ölen kardeşinin silahını ve evdeki satırını kapıp, tabyaya koşmuştu.

Rus askerleri, önceden tabyaya yerleşmişti. Erzurumlular, gözlerini karartmış tabyaya koşuyordu. Açılan yaylım ateşi ile ön sırada koşanlar şehit oldular. Arkadakiler, korkup dağılmadılar. Daha da gözlerini karartıp, tabyaya saldırdılar. Demir kapıları kırıp, içeri girdiler. Ruslarla göğüs göğüse savaştılar. Baltalı, sopalı ama kararlı Erzurum halkı karşısında Rusların son model silahları bir işe yaramadı, yarım saatte pes ettiler. 1000 kadar Erzurum’lu şehit oldu ama Aziziye Tabya’sı 2300’e yakın Rus askerine mezar oldu.

Tabya geri alınmıştı, Nene Hatun yaralıydı. Tedavisi yapıldıktan sonra, kendi yarasını düşünmeden diğer yaralıların da tedavisinde çalıştı. Yetmedi düşman Erzurum’dan kovuluncaya kadar hep çalıştı. Cephane taşıdı, yemek pişirdi, su dağıttı. Başındaki örtüyü koruması gerekseydi de, bunun için ne Sütçü İmam’a ne de başkasına ihtiyacı olmazdı. Kendi işini, kendi görürdü.

Sütçü İmam’a gelince; tarih 31 Ekim 1919. Maraş, Fransız işgali altında. Ayrılıkçı Ermenilere bu sefer Fransız üniforması giydirilmiş. Fransız ordusunda yine Fransızlar tarafından silahlandırılmış on bin kişilik bir Ermeni kuvveti oluşturulmuş. Bunlar her gün köyleri basıyor, kadınları taciz ediyor, insanları rahatsız ediyorlar. Artık halkın canı burnuna gelmiş, her an patlamaya hazır bomba halinde. İşte böyle bir dönemde, o gün üç Fransız üniformalı Ermeni askeri hamamdan dönen iki kadının yolunu keser ve peçesini yırtar. Kadınlardan biri bayılır, diğeri bağırıp yardım ister. Kahvede oturmakta olan halktan kişiler olaya müdahale ederler. Ermeniler silaha sarılırlar. Çakmakçı Sait’i öldürüp, Gaffar Osman’ı yaralarlar.
Bu sırada Sütçü İmam, tabancasını kaptığı gibi dükkanından dışarı fırlar ve olay yerine gelir. Silahını Ermeni askerlerinin üzerine boşaltır. Bir tanesini yaralar. Yaralanan bu asker daha sonra götürüldüğü kışlasında ölür.

Görüldüğü üzere olay iki kadının peçesinden ibaret değildir. Ortada o güne kadar süre gelen sayısız tacizler vardır. Hamamdan dönen iki kadına sataşma vardır. Olaya müdahale eden halktan bir ölü, bir de yaralı vardır. Sütçü İmam’ın da tek derdi, kadınların peçesi değildir.
Bugün yaşıyor olsaydı, tertemiz adının kimlerin diline, hangi nedenlerle pelesenk olduğunu görünce kahrından ölürdü.

“Bize öğretilen bu…” diyor Nuray. İşte bütün sorun da bu ya! Okulda böyle bir şey öğretilmediğine göre, Nuray ve diğerlerine bunları kim ve nerede öğretiyor?

* * *

Ve geliyoruz, asrın görüşüne!

Ne diyor Nuray?

- “Halk o zaman İslami değerler için savaştı. Nitekim Kurtuluş Savaşı’nın başlaması da Kahramanmaraş’ta Fransız askerlerinin Nene Hatun’un başörtüsüne uzanması ile olmuştur.”

Kim uzanıyor baş örtüsüne?

Fransız askeri!

Ne diyor Nuray?


- “Sonuçta cepheye cephanelik taşıyan kadınlar, o zamanın insanlarını, o zamanın sosyolojik yapısını incelerseniz hep Müslüman insanlar. Ama daha sonrasında bir şapka devrimi yapılmış….”

Yapılmış da ne olmuş, insanlar Hıristiyan mı olmuş?

Ne diyor Nuray?

- “Yani İngilizler olsaydı, benim haklarım daha geniş olacaktı zaten, mesele bu yani.”

Mesele gerçekten de bu yani! Amaç, Müslümanlık falan değil, düpedüz İngiliz mandası. Müslüman Türkiye’de dinini yaşayamayan Nuray, Hıristiyan İngiltere’nin yönetiminde dinini yaşayacakmış!

Aslında bir Hintli bulup, dokunuverse, bin ah işitecek, İngiliz ‘sahiplerin’ Hintli atalarına neler yapmış olduklarını dinleyecek, belki aklı başına gelecek ama nerde onda o yürek!

Bunun büyükleri de İngiliz uçak gemilerindeki davetlere katılıp, “Sahip Elizabeth”e İngiliz Muhipleri Cemiyeti üyesi Ali Kemal’in torununu ve Sivas Kongresinde ‘İngiliz Mandası mı olsun Amerikan Mandası mı olsun’ diye tartışan bir kongre dolusu ufuksuz kişiye tam bağımsızlık kavramını anlatan Atatürk’e vurmak için özel yaşamından başka malzeme bulamayacak kadar çaresizleşen İpek Çalışlar’ı gururla takdim etmediler mi?

* * *

- “Benim fikirlerimi savunacak bir parti kurulamaz Türkiye’de, zaten bu yasak. Kaldı ki benim fikirlerimi herhangi bir parti savunmaya başladığı zaman, parti kapatılır. Dolayısı ila insanlar bu ülkede – insanlardan kastım insanların bir kısmı, Müslümanlar- haklarını elde etmek için gece gündüz çabalarlar. Ve birileri gelir o parlamentonun azıcık bir özgürlük tanımlamasına bile tahammül edemeyerek Atatürk adına, cumhuriyetçilik ya da demokrasi adına, ne adına olursa olsun özgürlüklerimizi elimizden alır. Dolayısı ile bizim bu sistemle barışık olmamızı bekleyemezsiniz.”

Özgürlük kavramı, sadece türban takıp önce üniversiteye, sonra da devlet dairelerine girebilmekten ibaret olan insanlara, “tam bağımsızlık” nasıl anlatılır ki?

Görüldüğü gibi AKP de SP de kesmiyor arkadaşı. Ona Humeyni gibi bir lider lazım. Yine açıkça ifade ediyor ki, bu ülkede Müslüman’dan saydığı, sadece türban mücadelesi verenler. Peki, türban mücadelesi vermeye gerek olmayan, şu hayranlık duydukları İslam lideri Humeyni’nin ülkesinde özgürlükler ne durumda?

* İran’da öyle hoşgörü, inanca saygı gibi süslü kavramlar mevcut değil. Bahai tarikatına mensup kişiler, eğitim göremiyorlar, kamu hizmetlerinden yararlanamıyorlar, hatta artık Bahai olduklarını bile açıklayamıyorlar çünkü bu gerçek öğrenildiği takdirde ne mal ne de can güvenlikleri var.


* İran’da insanlar polisle veya devletle asla tartışamıyorlar. Tartışanlar çok ağır şekilde cezalandırılıyorlar.

* İran Devlet Televizyonu haricinde bir televizyon kanalını seyredemiyorlar.

* Hükümete tepki göstermek, sesini duyurmak için miting, yürüyüş falan yapamıyorlar. Daha önce de belirtmiştim ama tekrarlamakta fayda var; Humeyni, hükümet üyeleri ve rejim hakkında olumsuz konuşmak, eleştiride bulunmak ölüm cezasına çarptırılmak için yeterli.

* Değil bunlar gibi ekranlara çıkıp Cumhuriyetin kurucusu, laik devlet, sistem, hükümet aleyhinde atıp tutmak; evlerinin dışında siyaset bile konuşamıyorlar.

* Yılda bir gün özel bir tören yapılıyor. Devlete bağlı olan banka, okul ve benzeri yerlerde görev yapan kişiler istesin istemesin bu törene katılmak ve rejim lehinde sloganlar atıp, gösteriler yapmak zorunda.

* İran nüfusu 70 milyon. İslami rejimden yana olan nüfus 2 milyon. Buna rağmen meclisin %80’ini mollalar oluşturuyor. Çok adil ve demokratik değil mi?

* * *

- “Ben tamamı ile özgür olduğum, hak ve hürriyetlerimin kısıtlanmadığı bir sistem istiyorum. Mesela siz nasıl ki başörtülü bir hakim hanımdan rahatsız olacağınızı söylüyorsunuz ben sizin mesela bu fikrinizin temelde Atatürk tarafından kurulan cumhuriyette bizlerin hep tehdit olarak sizlere sunulmasından kaynaklandığını düşünüyorum.”

Bu sistem için bir tehdit oluşturduğunuz, bir dayatma değil, tarihsel bir gerçek. Bu tehdit 85 yılla da sınırlı değil üstelik. Cumhuriyet kurulmadan önce, daha milli mücadele döneminde İngilizlerin ve Padişah’ın emrinde Milli Mücadele’ye engel olmak için iç isyanlar çıkaran siz.

Yeni Türkiye Cumhuriyeti Musul – Kerkük için mücadele verirken, İngilizlerle işbirliği yapıp ayaklanan yine siz. “O bir Kürt ayaklanmasıydı” demeye kalkmayın sakın. Ayaklananlar Kürt’tü evet, ama “Kürt devleti isteriz” diye değil “şeriat isteriz” diye bağırıyorlardı.

Şapka devrimini bahane edip, Menemen’de Kubilay’ın kafasını kör bıçakla kesen, yine siz. Arkanızda yine İngiliz.

Her seferinde de asıl mesele, şeriat değil, İngiliz mandası.

Türbanlı hakimden rahatsızlık duyuyor diye Fatih Altaylı’yı eleştiriyorsunuz. Türbanla hakimlik yapamadığınız için laik sistemi suçluyorsunuz. Peki, dini özgürlüklerin sonuna kadar yaşandığını sandığınız ve pek bir özendiğiniz İran’da kadınların başlarını açsalar da, kapatsalar da, sırf kadın oldukları için hakimlik yapamadıklarını bilmiyor musunuz yoksa biliyorsunuz da işinize gelmediği için şimdilik bilmezlikten mi geliyorsunuz?

* * *

- “Rejimden istediğin ne? Yani senin üniversiteye gitmen, kamusal alanda görev yapman dışında başka ne eksiğin var mesela?”

- “Bundan daha başka ne eksiği olabilir ki insanın?”


Ne mutlu işte size, tek eksiğiniz türbanınızla üniversiteye ve kamusal alana girebilmek. Keşke bizim de tek eksiğimiz, tek özlemimiz bu olsaydı. Humeyni’yi seviyor ve ülkesine imreniyorsunuz. Ben de imreniyorum ama benim imrendiğim konular sizinkinden çok farklı.

* İran halkı birbirine çok bağlı, kimse onları birbirine düşüremiyor, İran’ı içeriden ele geçiremiyor. İran’ı karıştırmak, bizdeki gibi bir parmak şaklatmaya bakmıyor.

* Bizdeki gibi teröristi af etmek için bin tane bahane bulmuyor, bölücülüğe kesinlikle izin vermiyor, hepsini öldürüyorlar.

* İran, kaynaklarının yabancılara peşkeş çekilmesine izin vermiyor. Halk da buna çok önem veriyor. Humeyni bile devrimini buna borçlu.

* Kimse İran’a silah ve uçak satmıyor. Bu yüzden onlar da artık kendi silah ve uçaklarını yapıyorlar. Bizde olduğu gibi devlet, ikinci dünya savaşından kalma külüstür uçakları bedavaya aldığı için var olan uçak fabrikaları, kapanmak zorunda kalmıyor.

* Kendi petrolünü, doğal gazını kendi çıkarıyor. Bizim gibi petrol yasaları çıkarıp, topraklarında çıkartılan tüm petrolü yabancılara teslim etmiyor.

* Bizim gibi tarımını yabancılara ve tohumlarına muhtaç kılmıyor. Kendi tarımını kendi yapıyor.
* Bankaların tamamı devlete ait. Yabancıya banka satıldığını insanlar rüyalarında bile görmüyorlar.
* Eğitime ve diğer ülkeleri tanımaya çok önem veriyor, okullarda tüm ülkeleri ve tarihlerini ayrıntıları ile öğreniyorlar.

* Uyuşturucu trafiği orada da çok fazla ama en azından bizdeki gibi ortaokullara kadar inmemiş, daha üniversite aşamasında.

* Devlet eline geçen tüm para ile borç ödemiyor, yatırım yapıyor. Yatırım yaptıkça daha çok üretiyor.

* Hiç değilse ülkesine sahip çıkıyor.

* Kimseden korkmuyor, kendine sonuna kadar güveniyor.

* İnsan, onlardaki üretim gücü ve bilinci, birlik beraberlik, kararlılık ile bizdeki sosyal, siyasal ve dini alandaki özgürlüğün birleştiği bir ülkeyi hayal etmeden duramıyor.

Her şeye rağmen konuştuğum tüm İranlı hanımlar uyarıyor;

- “Bir ülkeyi yok etmek için insanlarını aç bırakmak gerekir. Böylece insanlar kendi derdine düşer, başka hiçbir şey ile ilgilenemez.”
- “Sizi birbirinize düşürmelerine asla izin vermeyin, yok olursunuz.”
- “Dini siyasete karıştırmalarına asla izin vermeyin, çok pişman olursunuz.”
- “İran’da özgürlük ve eğlence hayatı olmadığı için turizm de yok. Dikkatli olmazsanız siz de kaybedersiniz.”

İranlılar bugün mutlu değiller. Ancak iş işten geçmiş ve geri dönüşü yok. Bu konuda şimdilik yapabilecekleri bir şey olmadığından özgürlük sorununu ikinci plana atmış, var olabilmek için ilk sıraya ekonomik sorunları koymuşlar. Tüm dikkatlerini ve enerjilerini üretime vermişler.
“Biz geleceği göremedik, mollalara destek verdik. Bugün bir şansımız daha olsa, hele hele önümüzde İran gibi bir örnek olsa, aynı hataya asla düşmezdik.” diyorlar.

Dedikçe içimi yakıyorlar.

Ellerine bir megafon vermek geliyor içimden.

Söylediklerini, tüm Humeyni hayranları duysun istiyorum.

Özgürlük çığırtkanları duysun istiyorum.

Hoşgörü budalaları duysun istiyorum.

“Bana dokunmayan yılan, bin yıl yaşasın” diyenler duysun istiyorum.

Satılık kalemler duysun istiyorum.

Otellerini ve davet salonlarını haremlik selamlık toplantılara açan turizmciler duysun istiyorum.

Ülkem artık kendine gelsin istiyorum.

Değer Erbora
degererbora@gmail.com

Konuyla ilgili video kaydı: http://www.thememriblog.org/turkey/blog_personal/en/7886.htm

4 Mayıs 2008 Pazar

HİZMET Mİ? SAKIN HA!

HİZMET Mİ? SAKIN HA!

Kadınları kendi uydurdukları bir cendereye sokmanın adına “inanç özgürlüğü” dediler.

İftiranın, hakaretin adına “ifade özgürlüğü” dediler.

Bölücü faaliyetlerin adına “halkların özgürlüğü” dediler.

Çalışanın, emeklinin haklarını gasp etmenin adına “reform” dediler.

Satıp savıp, tefecilere para yedirmenin adına “özelleştirme” dediler.

Ülkeyi vakıfların, yabancı petrol şirketlerinin talanına terk etmenin, tarım ve hayvancılığı yok etmenin adına “AB’ye uyum” dediler.

ABD talimatlarının toplu yazımına “Sivil Anayasa” dediler.

Kuvvetler ayrılığına göz dikip, bildiğini okumanın adına “demokrasi” dediler.

“Artık çarpıtacak, saptıracak kavram kalmamıştır” diyordum ama ‘hizmet” kavramına son katkıları ile, kendilerini bir kere daha aştılar.

* * *

Orhan Pamuk, Nobel ödülünü aldığında konuşmasını Türkçe yapmış, AKP Yozgat milletvekili Bekir Bozdağ’ın da göğsü kabarmış.

“Orhan Pamuk, Türkçe’nin güzelliğini tüm dünyaya anlattı. Ancak hakkında açılan dava nedeniyle adliyeye giderken yumurta, domates yağmuruna tutuldu. Tüm dünyaya bu resim verilmiş. Şimdi Orhan Pamuk mu Türk Milletinin haysiyetine şerefine hizmet etmiştir, ona yumurta, domates atan mı?.....” demiş.

Çok doğru söylemiş ama eksik bırakmış! Aynı Orhan Pamuk, daha önce de “Bu ülkede otuz bin Kürt ve bir milyon Ermeni öldürüldü” diyerek, Türk milletinin haysiyet ve şerefine en iyi şekilde hizmet etmişti!

Biz, kendisini tam olarak takdir edemedik ama eden, etti. Hizmetinin bedeli olarak, Nobel Edebiyat ödülü ve on milyon İsveç Kronu verildi. Son olarak duyduğumuza göre; Cumhurbaşkanı’nın sofrasını renklendirecekler listesine girmeyi de hak etmiş. Aynı sofraya daha önce, benzer bir hizmet ile şöhrete kavuşan Elif Şafak da renk vermişti. Gerçi, ayakların başlara akıl vermek haddine düşmez ama birilerinin Cumhurbaşkanı’na “kara”nın bir renk olmadığını, Bekir Bozdağ’a da Öcalan’ın bile Türkçe konuştuğunu hatırlatması gerekiyor. Domates ve yumurta yağmuru ile tüm dünyaya verilen resimden utanan Bozdağ, bütün dünyanın önünde soykırımcılıkla itham edilmekten hiç rahatsızlık duymuyor anlaşılan.

* * *
Ne ala ülke bu Türkiye! Milletine iftira edenler, Cumhurbaşkanı ile yemekte; bütün dünyaya soykırımın uluslar arası bir yalan olduğunu haykıranlar, hapiste. Millet, adına sürülmeye çalışılan lekeyi temizleme derdinde; lekeyi süren hizmetçi, New York’taki yeni evinde.

Aslında resmin bütününe baktığımızda çok da şaşıracak bir şey yok. Türkiyelilik kavramının yaratıcısı başlar, kavramları çarpıtmakta, yeni anlamlar yüklemekte o kadar ileri gittiler ki, artık aynı dili konuştuğumuz halde farklı şeyler algılıyoruz.

İşte halka, millete hizmet anlayışlarını bu vesile ile öğrenmiş olduk. Şimdi gelelim halktan ne anladıklarına. Türk Telekom yabancıya satıldı diye tepki gösterip, eleştiride bulunanlara “Ne yabancısı, %45’i hala Türk” diyor başbakan. Hemen ardından bu %45’in %15’i, halka arz ediliyor. Arz edilirken de milliyete göre kotalandırılıyor: %65’i yabancıya, kalan %35’i Türk’e. İşte AKP’nin “halk” anlayışı!.. Kim, halka hizmet vermediğini iddia edebilir?

Uzun lafın kısası; korkarım bu gidişle atalarımız haklı çıkacak, akılsız başın cezasını yine ayaklar çekecek.

Değer Erbora

degererbora@gmail.com
www.degererbora.blogspot.com




NOT:
Bekir Bozdağ’a söyleyecek iki çift sözü olanlar için:

Bekir BOZDAĞ (AKP Grup Başkanvekili )Tel: (0312) 420 65 04- 420 65 05 Belgegeçer: (0312) 420 65 14

20 Mart 2008 Perşembe

ABDURRAHİM KARAKOÇ'A YANITIMDIR

Aşağıda önce Vakit Gazetesi "yazarı" Abdurrahim Karakoç'un akıllara durgunluk verecek kalitedeki yazısı ve onun altında da benim kendisine verdiğim yanıtı bulabilirsiniz.



AZGIN KADINLAR FESTİVALİ



Abdurrahim Karakoç

Vakit Gazetesi



Bir daha hayret ettim açıkçası..

Kadınlar günü münasebetiyle bu kadar salak kadının bir araya geleceğini tahmin etmiyordum..

Kadınlar Gününde kadın haklarının yasağı devam etsin diye bağıran, höyküren kadınlar salak değilse nedir?

Başörtüsünden alıp veremediklerini de bilmemize imkan yok..

İddiaları "uygar" oldukları..Despotluklarına diyecek yoktur..

Seviyesizlikte ıcığı/cıcığı çıkmış bir televizyoncu, yasakçı salak kadınları meydanlara indirip robotlar gibi kullanıyor..

Beni en çok üzen, yasakçı kafadaki o salak kadınların Ay-Yıldız'lı nazlı bayrağımızı miting alanlarında sağa-sola sallamaları..

Dahası ise istismar ederek bayağılaştırmaları..Giden hafta değindim bu konuya..

Bayrak her yerde, gelişigüzel sallanacak bir flama değildir..

Kim ki yılın 12 ayınca balkonuna bayrak asıyorsa, mitinglerde mendil sallar gibi bayrak sallıyorsa, kesinlikle sahtekârdır..

Kesinlikle sahtekârlara alet olmaktır..Hele bir de güya "Gazi" denilen, başları kalpaklı bazı soytarılar var ki onlar beni tiksindiriyorlar..

Ne gaziliği bre zavallılar?.

Siz olsanız olsanız; TV ekranlarında görünmek için hiçbir değeri tepelemekten çekinmeyen ahmaklarsınız..Ellerinizde taşıdığınız bayrağıma yazık ediyorsunuz..

"Başörtüsü yasaklansın" mitinglerinde sizin ne işiniz var?..

Maraş'ın kurtuluşunu niçin bilmiyorsunuz?..İşgalci Fransız askerleri Maraş'lı kadınların peçelerini açınca; Sütçü İmam isimli kahraman gerekli derslerini vermişti.. İşte gaziliğin en büyük timsali..Sütçü İmam imanı ve ruhu var mı sizde?

Başörtüsü düşmanlarının, kaos karıştırıcılarının, İslâm muhaliflerinin düzenledikleri toplantılarda ne arıyorsunuz, söyler misiniz?

Alnında ay-yıldız bulunan kalpak giymek sizleri gerçekten gazi mi yapacak?

Geçin o hayali..

Şuna bakar mısınız?

Yasakçı gazi..Başörtüsüne muhalif gazi..

Ekmek arası dönere figüranlık yapan, edepsizliği, ahmaklığı şiar edinen gazi öyle mi?

Hayır, hayır, olamaz..

Bu saydığım menfi durumları gazi değil, cins tazı bile kabullenemez.

Ha, yukarda belirttiğim "yasakçı" kadınlar..

Ha sizler gibi ahmak zavallılar.

Nineniz, ananız, hanımınız, kardeşiniz yok mu sizlerin?

Olmasa bile hürriyet anlayışınız da mı yoktur..

Kendiniz için istemediğinizi niye başka kardeşleriniz için istersiniz?..

Belirli bir ücret mi ödüyorlar salaklığınıza mukabil?

Amma boşuna yoruluyorsunuz..Gün gelecek, o sallama aleti zannettiğiniz bayrağımız layık olduğu zirvelere dikilecek ve hiç inmiyecektir.

Hangi maksatla olursa olsun siyaset arenasında değeri düşürülen bayrağımız kirli ellerden mutlaka kurtulacaktır..

Söyler misiniz, "Kadınlar günü" diye bildiğiniz günün ilk kurucusu kimdir?Nerden bileceksiniz?Zıpçıktı günlerin tamamı ya bir papaz, ya bir rahibe, ya bir haham tarafından sokulmuştur düşünce defterimize..

Bu ayın 19'u çarşamba günü, Mevlid Kandili'dir..

Muhtemelen burnunuzu kıvırıyorsunuz. çünkü, İslâm'a karşı düşmanca tavır sergileyenler sizleri iğfal etmişler..

Ramazan Bayramı'na "şeker bayramı" lakabı takan güruh, cahillikten mi öyle yapıyorlar?

Hayır, hınzır gibi bilerek, Müslümanların kutsal günlerini ya zihinlerden silmek, ya da makas değişikliği ile bilinmeze doğru sürüklemek içindir..

Dokunmayın bayrağıma!.Dokunmayın hiçbir değerime..

----------

Tahsil görmüş hıyardan cacık yapar "uygar"ım

Keser yaşlı eşeği, sucuk yapar "uygar"ım

Miting miting gezmekten hiç uğramaz evine

Ve sokakta babasız çocuk yapar "uygar"ım



http://www.habervak%20tim.com/yazar.%20php?arama_



(20 Mart 2008 tarihinde bu sayfaya ulaşılabiliyordu. Ancak gördükleri tepkiden olacak yazara ait ne var ne yok, herşeyi temizlemişler. Çok mert ve doğrudurlar vesselam!!!)







Abdurrahim Karakoç'a yanıtımdır:



Abdurrahim Karakoç,

“Azgın Kadınlar Festivali” başlıklı yazınızı okuduktan sonra, size birkaç çift söz etmek ihtiyacı duydum. Genellikle bu denli seviyesiz yazılara yanıt yazarak, değerli vaktimi ve enerjimi harcamak adetim değildir ama bu yazınız her türlü bayağılık sınırını ve dolayısı ile de insanın tahammül sınırını aşıyor. Naçizane önerim, aklınızın ermediği konularda yazarken biraz daha dikkatli olunuz. Aksi takdirde insanın acınacak duruma düşmesi işten değildir.

Her şeyden önce kötü söz sahibine aittir. Karşısındakini salaklıkla suçlayan insanlar, nedense kendi salaklıklarını bir türlü göremezler.

Kadınlar gününde sizin deyiminizle “höyküren”, bizim deyimimizle ise “seslerini duyurmaya çalışan” o kadınların başörtüsü ile bir alıp veremedikleri yoktu. Onların sorunu türbanla, yani bir kesimin 25 bilemediniz 30 yıl önce zorla yarattığı ve her geçen yıl biraz daha dayattığı, o siyasal İslam üniformasıylaydı. Bir sembol olan o türbanı, masum bir başörtüsü kılığına sokma çabalarınız, gerçekten düşündürücüdür. ‘Acaba kötü niyetten mi, yoksa seslerini duyurmaya çalışan kadınlara yakıştırdığınız o çirkin sıfattan mıdır?’ diye düşünmeden edemiyor insan.

Daha o insanların iddialarının ne olduğundan bile haberiniz yok. “Uygar” olduklarını değil, “Çağdaş” olduklarını savunmaktadırlar ve yazık ki; asıl robot olarak kullanılanlar, başlarının hava ile tüm temasını kesecek şekilde, o sentetik bone ve kumaşlara hapsedilmesine izin verenler ve böyle insan sağlığına zarar verici bir uygulamanın Allah kelamı olduğunu iddia edenlere, kayıtsız şartsız inananlardır.

Kadın haklarından ne anladığınızı da pek güzel ifade etmişsiniz doğrusu. Kadının başını böyle bir cendereye sokması mıdır kadın hakları yoksa Atamızın bize hediye ettiği haklar mıdır? Kadınımız seçme ve seçilme hakkını tüm dünya kadınlarından önce kazanmış. Erkeğin iki dudağının arasındaki kaderinden kurtulmuş; çalışıyor, para kazanıyor, kendi ayaklarının üzerinde durabiliyor. Onuruyla, namusu ile erkeğin yanında yerini alıyor. Öyle erkeğin iki adım arkasından, utanacak bir şeyi varmış gibi başını önüne eğip yürümüyor. Kendine saygısı var, erkeğe saygısı var, yasalara saygısı var. Size kalsa kadına tanıyacağınız hak ortada işte: Türban!

Bu sembolle çıktığınız o uzun ince yolun sonuna varabilirseniz eğer, evde oturup yalnızca erkeğine hizmet edip, ona çocuk doğurmaktan ibaret bir yaşantıya sahip olma haklarını da elde edecek kadınlarımız. Sosyal, siyasal, iş ve benzeri yaşamlardan silinme hakkına da kavuşacaklar. Bir kadın daha ne isteyebilir ki?

Kısacası vatan ve rejim söz konusu olduğunda bayrak asmak veya sallamak değil, türbanı baş örtüsü kılığına sokup dayatmak gibi, kadını toplumdan silmeyi de kadın haklarını koruyor pozunda savunmaktır asıl sahtekarlık.

Siyasi İslam’ın sembolü türbana karşı tepkisini göstermek için Kuvva-i Milliye’nin sembolü kalpağı takıp, temsili olarak bir şeyler anlatmaya çalışan insanların çabaları, size ahmakça geliyor ve tiksinmenize neden oluyorsa; sizlerin de her fırsatta Sütçü İmam’ın, o temiz yürekli vatansever insanın adını dilinize dolayıp, kendi amaçlarınız için kullanmanız da benim midemi bulandırıyor.

Kapasitenizi zorlamak ve sizi yormak istemiyorum ancak bir gerçeği ortaya koyabilmek için buna mecburum. Şimdi lütfen kendinizi zorlayın ve gözünüzün önüne işgal edilmiş bir Maraş getirin. Düşman askerleri tarafından işgal edilmiş bir Maraş. Ayrılıkçı Ermeniler, Fransızlar tarafından silahlandırılmış, Fransız ordusunda on bin kişilik bir Ermeni kuvveti oluşmuş, bunlar her gün köyleri basıyor, kadınları taciz ediyorlar. Hayal edebildiniz mi?

Halkın canının burnuna geldiği böyle bir ortamda en ufak bir damla, bardağı taşırmaya yeter de artar bile. Maraş’ta tesadüfen o damla, Sütçü İmam’ın dükkanının önünde Fransız askeri üniformalı Ermenilerin hamamdan dönen kadınların peçelerini açmaya çalışmaları olmuş. Aynı askerler, kadınların peçelerini açmaya çalışmak yerine, küçük bir çocuğu tartaklasalardı, halktan bir adamı haksız yere dövselerdi ya da öldürselerdi, bayrağımızı indirmeye kalksalardı, aynı tepkiyi vermez miydi Sütçü İmam?

Sadece burada mı sömürülüyor Sütçü İmam’ın adı? Gelelim 1978’e. Yer yine Maraş ama artık Kahramanmaraş… Sömürülen isim, yine Sütçü İmam.

19 Aralık 1978 günü Çiçek Sineması’nda bir ses bombası patlar. Bu bombanın ardından seyirciler, her ne hikmetse bir anda eylemciye dönüşüp “Kanımız aksa da zafer İslam’ın!” sloganı ile CHP il binasına saldırırlar. Zaten bir süredir şehirde “Komünistler, Allahsız Aleviler, şehir suyuna zehir kattılar” fısıltısı dolaşmaktadır. Derken patlamanın olduğu gece ikinci bir söylenti daha ortaya çıkar. “Sinemayı komünistler bombaladı”. Ertesi gün Alevilerin oturduğu bir kahvehane bombalanır. Sonraki gün TÖB-DER üyesi iki öğretmen öldürülür ve on bin kişinin katılımı ile cenazeleri 22 Aralık’ta kalkar.

Cenaze korteji Ulu Cami önüne geldiğinde, cami içinde ve çevresinde silahlı iki bin kişi, korteji beklemektedir. O gün, Bağlarbaşı Cami imamının Cuma vaazı şöyledir: “Oruç tutmak, namaz kılmakla hacı olunmaz, bir Alevi öldürürsen beş sefer hacca gitmiş gibi sevap kazanırsın. Bütün din kardeşlerimiz hükümete ve komünistlere, dinsizlere karşı ayaklanmalıdır”
İşte bu vaazdan sonra söz konusu kalabalık, “Komünistlerin ve Alevilerin cenaze namazı kılınmaz!” sloganı ile korteje saldırır. Kortej dağılır ancak kalabalığın öfkesi dinmez. Kahramanmaraş çarşısına doğru yürüyüşe geçerler. CHP’li ve Alevi olan vatandaşlara ait işyerlerini tahrip ederler. Çatışmalarda üç kişi daha hayatını yitirir. Bazı ev ve işyerleri daha önceden “üç hilal” ile işaretlenmiştir. Kapısında bu işaretin bulunmadığı ev ve iş yerleri yerle bir edilir. Aynı gece bir söylenti daha yayılır kente: Ertesi gün komünist Aleviler, silahlı saldırıda bulunacaklardır!
Ertesi gün, yani 23 Aralık'ta katliamın çağrısı Belediye hoparlörlerinden ve Ulu Cami minarelerinden yankılanır: "Alevi kafirler, Yörükselim'de bir çok din kardeşimizi şehit ediyorlar. Allah'ını seven Müslümanlar hazır olsunlar!"
İşte, o utanç verici olaylar, bu koca yalanla başlar. Başta Yörükselim olmak üzere Alevilerin yaşadığı semtlerde evlere saldırılır. Uzun menzilli silahlarla taranan evler, bombalanır ve yakılır. Çoluk çocuk, kadın erkek demeden Aleviler öldürülmeye başlanır. Ellerinde silahlar, taşlar, sopalar, keserler, baltalarla saldıran gözü dönmüş kalabalık, tam bir katliam yapar...
24 Aralık sabahı şehirde sokağa çıkma yasağı ilan edilir. Olaylar sırasında saldırganlar arasında polislerin de bulunması nedeni ile polis görev dışı bırakılmıştır. İstediği yardım gelmeyen asker, elindeki mevcutla olayları önlemeye çalışmaktadır. Aleviler bu yasağa uyar ancak karşı taraf, sabahın erken saatlerinden itibaren civar şehir ve köylerden de aldıkları katılımla saldırılara başlar. Av tüfeği satan dükkânların yağmalanmasıyla silahlanan kalabalık, "Müslüman Türkiye" sloganı ile Alevi mahallerine bir kez daha saldırır.
"Bugün cihat günüdür, bir Alevi öldüren cennete gider. SÜTÇÜ İMAM AŞKINA VURUN!.." naralarıyla savunmasız insanlar kurşuna dizilir, evleri ile birlikte yakılır, hastaneler kuşatılır, bir şekilde kurtulan yaralılar öldürülür.
Alevilerin, “dinsiz” ve “sünnetsiz” olduğuna inanmaktadırlar. Bunu kontrol için yollarda erkekleri çevirip, pantolonlarını indirip, sünnetli olup olmadıklarına bakarlar.
19 Aralık’ta başlayan olaylar ancak 25 Aralık’ın sonunda gece yarısı sona erer. “Sütçü İmam aşkına vuranlar”ın verdiği zarar çok ağırdır.
* Resmi rakamlara göre 111, yaşayanlara göre ise 500’e yakın ölü.
* Resmi rakamlara göre 2000'in üzerinde, yaşayanlara göre ise 5000’den fazla yaralı.
* Tahrip edilip, yakılan 552 ev ve 289 iş yeri.
* Katliam sonrası Alevi nüfusun %80’i hızla Maraş’tan göç etmiştir.
***
Hiç gülmeyin, ben Alevi değilim. Sağ – Sol kavramına inanmam, CHP’li de değilim. Komünist hiç değilim. Sadece insanım. Ülkeyi karıştırmak için dinin kullanıldığını, kendi halinde dindar insanların dini kışkırtmalarla nasıl bir canavara dönüştürülebileceğini gören ve bundan dehşet duyan bir insan. Sütçü İmam gibi temiz isimlerin, kirli emellere nasıl alet edildiğine şahit oldukça kahrolan bir insan. “Yeter artık! İnancımız rahat bırakılsın, kötüye kullanılmasın! Bugün ortada bir kaos varsa, onu yaratanlar türbana karşı olanlar değil, türbanı yaratıp, dayatanlardır. Çözümse türbanı dayatmakta değil, tehdidi ortadan kaldırmakta yatıyor” diyen bir insan.

Ne nükleer silahlar, ne diğerleri, cehalet, kör inanç ve kışkırtmanın bir araya gelmesiyle oluşan doğal silahın eline su dökebilirler. Sonuçta türban karşıtlığı bir damla kan dökmüyor ama dini kışkırtma yukarıda anlattığım gibi onlarca katliama sebep oluyor. Şimdi bana hepsini tek tek saydırmayın.

Şimdi gelelim “salaklığımıza”. Artık boş laf ebeliğini geçin de gerçekleri görün, oradaki kadınları da din tacirlerinizle karıştırmayın. Kimlere para ödendiğini eminim bizden daha iyi biliyorsunuzdur.

Kadınlar gününün yaratıcısına gelince, asıl siz kimin yarattığını bilmiyorsunuz. 17 Mart 2008 tarihinde Ulus Gazetesi’nde yayınlanan ve Suay Karaman tarafından yazılan “8 Mart’ın Ardından” adlı yazıya bir göz atalım:

” Daha iyi çalışma koşulları elde etmek için, 8 Mart 1857 tarihinde New York’taki bir tekstil fabrikasında 40.000 işçi grev yapmıştı. Polisin işçilere saldırması sonucunda çıkan kargaşa ve yangında çoğu kadın 129 işçi hayatını kaybetmişti.

1910 yılında
Kopenhag
’da 2. Sosyalist Enternasyonale bağlı toplanan Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart tarihinin "Emekçi Kadınlar Günü" olarak kutlanması kararlaştırılmıştır.

1921 yılında Moskova'da toplanan 3. Uluslararası Kadınlar Konferansı'nda bu günün “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlanmasının ilan edilmesinden ardından, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart'ın
"Dünya Kadınlar Günü" olarak kutlanmasını kabul etmiştir.”
Kadınlar Günü’nün kabul edilmesinin temel sebebiyle bugünün ne ilgisi olduğunu anlamak için Uluslararası Af Örgütü’nün, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü nedeniyle hazırladığı rapora göz atmak gerekiyor. Rapora göre;
* Dünya kadınlarının % 20'si, fiziki veya cinsel saldırıya maruz kalıyor.
* ABD’de her 15 saniyede bir kadın dövülüyor. Her yıl 700 bin kadın tecavüze uğruyor.
* Mısır’da kadınların % 35’i kocalarından dayak yiyor.
* Evde sürekli dayak yemenin uzun vadeli etkileri fiziksel ve psikolojik olarak yıkıcıdır. Kadınlar, nerede gerçekleşirse gerçekleşsin, tecavüz sonucu sarsıntıya uğrarlar ve yaralanırlar. Tıbbi sonuçları psikolojik sarsıntı, yaralar, istenmeyen gebelik ve kısırlıktır.
* Sorumlular, kadını itaat için sindirmeyi veya akrabalarına itaatsizliği nedeniyle utandırdığı için cezalandırmayı amaçlayabilir.
İşte bu rapor doğrultusunda çoğu kadın 129 işçinin grev sırasında şiddete maruz kalarak öldürülmesinin ardından 120 yıl sonra Birleşmiş Milletler’in 8 Mart tarihini kadınlara hediye etmesinin nedenlerini anlamış olabiliyoruz.

Tüm dünyada kadınlar yıllarca mücadele vererek, gerektiğinde ölerek haklarını söke söke koparmışlardır. Bir tek bizim ülkemizde, hem de herkesten önce kadın hakları kadınların kucağına Mustafa Kemal Atatürk tarafından hediye olarak bırakılmıştır. Büyük ihtimal ile bunun içindir ki; bir türlü kıymeti bilinmemekte, hatta bazen istenmemekte ya da kullanılmamaktadır. Görüyorsunuz ya işte “salaklık” gerçekten de “parayla” değil.

Bayrağımız zaten zirvede ve dalgalanmakta ancak sanırım siz bunun farkında değilsiniz. Bizlerin tüm amacı da o bayrağın indirilip, yerine ABD, AB, PKK veya İslam Cumhuriyeti’nin bayrağının dalgalanmasına engel olmaktır. Onun için bayrağımıza uzanan elleri önce biz kırarız!

Değerlerinize gelince, Arap kültürünü dayata dayata yeterince yok ettiniz değerlerimizi. Bizim gerçek İslam’a saygımız tam. Ortada iğfal edilen birileri varsa o da Arap kültürünü kendi kültürüne tercih edenlerdir. Başörtüsünü, yazmayı bırakıp, türbana, çarşafa bürünmek de bunun örneklerinden yalnızca biridir. Ortada bir de İslam düşmanı varsa, o da dinimizi orasından burasından çekiştirip, kendi emelleri için değiştirmeye çalışanlardır.

Son olarak şunu da belirtmek isterim ki; bu yazınızdan dolayı hanımlar size hakaret davası açıyorlarmış. Ben açmayacağım, tamamen zaman kaybı, çünkü sizin cezai ehliyete sahip olduğunuzu hiç sanmıyorum.

Tanrı sizleri ıslah ederken, aklı başında ve kadına hak ettiği değeri veren, saygıyı gösteren erkeklerimizi de yanımızdan eksik etmesin.

Bu dörtlük de benden:
Terbiyeden nasibini alamamıştır “yobaz”ım
Aklı ermez, yine de yazar olur “yobaz”ım
İçindeki karanlık yansır her cümlesine,
İftira en büyük günahtır, onu bile bilmez “yobaz”ım.

Değer Erbora (21 Mart 2008)

degererbora@gmail.com


3 Şubat 2008 Pazar

YİNE KİM DÜĞMEYE BASTI?

YİNE KİM DÜĞMEYE BASTI?

Sanki ülkenin hiç sorunu kalmadı, üretim en üst, işsizlik en alt seviyede. Sanki devlet de, halk da refah içerisinde, borç batağından çıkmak için çırpınmıyor. Sanki türban karın doyuruyor, halk da iktidar partisinin dağıttığı sadakalara muhtaç kalmıyor. Sanki ülkede terör ve bölücülük tehdidi yok, insanlar huzur içinde yaşıyorlar. Sanki kimse gelecek endişesi taşımıyor, bir türban derdidir, aldı başını gidiyor.

Birileri düğmeye basıyor, açık lise sınavlarına katılan öğrencilerin hepsi birden, sözleşmiş gibi, sınava türbanla gidiyorlar. Birileri düğmeye basıyor, “türban” anayasaya giriyor. Aynı düğme türbanı üniversitelere de sokuyor. Sonra da adına inanç özgürlüğü deyip, samimiyetlerine inanmamızı bekliyorlar.

İslami kurallara göre mi yaşamak istiyorlar?

Peki, tamam.

Bunun için hangi kitaba baş vuracağız?

Tabii ki, Kuran’a..

Kuran’da türban var mı?

Yok! En azından bu konu, uzmanlar arasında tartışmalı.

Peki, Kuran’da tartışmaya gerek bırakmayacak kadar, açık seçik yazılı olup da, bunların hiç dile getirmedikleri, uymak için çırpınmadıkları kurallar var mı?

Olmaz mı? İşte birkaç örnek:

Siz, hiç kocasının kendisinin üzerine üç eş daha getirmesine itiraz etmeyen bir kadın gördünüz mü?

Ya da miras hakkının yarısını erkek kardeşine devretmek için yırtınan bir kadın duydunuz mu?

Mahkemede, “Benim aklım ermez, şaşırabilirim, tek başına şahitliğim geçerli sayılmamalı” deyip, komşu kadını da kendisi ile birlikte şahitlik yapsın diye yanında getiren bir kadına rastladınız mı?

Madem İslami kurallara göre yaşayacaklar, hadi bunları da isteseler ya! Var mı öyle emir beğenip, seçmek? Yoksa tüm bu talepler kapıda da, sırasıyla mı getirilecek önümüze? Hangisi diğerinden daha çok iyi niyet içeriyor sizce? Samimiyetlerine inanabilsek, ortada sorun morun kalmayacak aslında ama söyleyin Allah aşkına, bu mudur samimiyet?

Durup bir düşünmezler bile, bugünkü hoca efendilerinin de hoca efendisi, şu risale-i nurların meşhur yazarı, okuma yazma bile bilmezdi. Bir kez olsun hatırlamazlar ki; peygamberimize inen ilk ayet “oku” diye başlar, “dinle” diye değil. Yine bilmezler ki, Kuran’da onlarca ayet vardır, tüm ayetlerin okuyan herkesin anlayabileceği gibi açık ve seçik olarak dile getirildiğini anlatan ve yine okuduklarını anlayabilsinler diye, diğer canlılardan farklı olarak, akıl vermiştir insanlara Yaratan. Ama Kuran kurslarında Arapça Kuran’ı baştan sona on defa okudukları halde içinde ne yazdığı hakkında tek kelime fikri olmayıp, hoca efendilerinin anlattıkları ve yorumladıkları ile yetinirlerse, olacağı budur. Hal böyle olunca, hoca efendi emrinde olduğu güçlerden görev alıp düğmeye bastığında, türban, bir anda “Allah’ın emri” oluverir, inanç özgürlüğü kılıfı ile de işte böyle topluma sunuluverir.

Oysa sormak gerekmez mi, “Basılan düğmelerle yönetilenlerin “özgürlüğü” mü, yoksa dinini bilgisiz, niteliksiz, yetkisiz, sahte hoca efendilerin uydurma yorumlarından arınmış bir şekilde öğrenmek ve kendi içinde yaşamak isteyenlerin hak ve özgürlüğü mü, anayasada yer alacak kadar önemi hak ediyor” diye?

Değer Erbora
degererbora@gmail.com
www.degererbora.blogspot.com