23 Eylül 2008 Salı

YİNE, YENİ, YENİDEN AHMET ALTAN

Aşağıda önce Ahmet Altan'ın yazmış olduğu "Ah Akparik" adlı makaleyi ve hemen altında da benim kendisine vermiş olduğum yanıtı bulabilirsiniz.

AH AHPARİK – AHMET ALTAN
http://www.taraf.com.tr/yazar.asp?mid=1820

Ne zaman Ermenilerle ilgili bir yazı yazacak olsam, tuhaf bir şekilde elim insanın içini acıtan müzik parçalarından birine uzanıyor.

Keskin bir keman sesi ya da boğuk ve hüzünlü bir duduk dinlemek istiyorum

Bu ülkede bunun söylenilmesinden hoşlanılmıyor biliyorum ama yeryüzünün en büyük acılarından birini çektiler.

Sakın “onlar da bizi öldürdü” demeyin.

Bunu söylemek gerçekten ayıp.

Rus sınırındaki Ermeni çetecilerle Bursa’daki Ermeni kadının, Adana’daki yaşlı adamın, Sivas’taki bebeğin ne ilgisi var...

Ermeni olmaktan başka?

İttihatçılar insafsız bir soykırım gerçekleştirdiler.

Çok insafsız.

Bir an durun...

Durun ne olur bir an.

Ve, düşünün...

Bir gece evinizde oturuyorsunuz, kapınız çalınıyor ve sizi zorla alıp götürüyorlar.

Evinizin kapısı öyle açık kalıyor.

Yollara düşüyorsunuz.

Geceyarıları dağınık ve yorgun kalabalıklar halinde dağ yollarından geçiriyorlar sizi.

Yanıbaşınızda ihtiyar bir kadıncağız çöküveriyor.

Dipçikle vuruyorlar başına.

Öyle kıvrılıp kalıyor.

Ağlayan torununu kayalara çarpıyorlar.

Masal mı sanıyorsunuz bunları?

Siz Teşkilat-ı Mahsusa’yı biliyor musunuz?

İttihatçıların o korkunç örgütünü?

Hiç yanınızda karınızın ırzına geçtiler mi?

Hiç kocanızı göğsünden vurup öldürdüler mi gözünüzün önünde?

Bir gece evinizde oturup ailenizle yemek yerken sizi sırf Türksünüz diye yerlerde sürükleyerek götürdüler mi?

Sırf Ermeni oldukları için yüz binlerce insana böyle yaptılar.

Ermeni olmalarından başka hiçbir neden yoktu öldürülmeleri için.

Bir vicdanımız var bizim.

Aynı kandan geliyoruz diye katilleri, İttihatçıları, Teşkilat-ı Mahsusa’yı mı tutacağız yoksa başka bir ırktan bir bebeğin ölümüne mi ağlayacağız?

Ne çok Ermeni’yi kayalıklara yapıştırıp kurşuna dizdiler biliyor musunuz?

Sırf Ermeni oldukları için.

Nehirlerde boğdular.

Yorulup yere yıkıldığı için süngülediler.

Öldürdükleri Ermenilerin mallarını mülklerini yağmaladılar.

Tatlı şiveli tombul bir Ermeni gelinini, şakacı, koyu kara gözlü bir Ermeni dudusunu, koca elleri yonttuğu taşlar gibi kabarmış yaşlı bir taş ustasını düşünün...

Âşık bir Ermeni çocuğunu...

Çıtkırıldım bir Ermeni hanımını...

Düşünün bunları...

Ve, bunları bir geceyarısı bir dağ yolunda düşünün.

Açlar, yorgunlar, sefiller ve yalnızlar.

Bitlenmişler.

Hastalanmışlar.

Ölüme doğru götürüldüklerini biliyorlar.

Ölümlerine yürütüyorlar onları.

Ve, öldürüyorlar.

Yüz binlerce insan.

Yüz binlerce insan.

Irkları önemli mi gerçekten?

Kocanızı göğsünüzden çekip alarak bir duvara dayadıklarını düşünün...

Karınızı kolunuzdan koparıp bir kayanın arkasına götürdüklerini düşünün.

Başlarına bunlar gelen insanlar için, onlar Ermeniydi diye hiç üzülmez misiniz gerçekten?

Bir an, bir kısacık an kendinizi onların yerine koyun.

O anı, o çaresizliği hissedin.

Sevdiğiniz insanın öldürülmesinin ne demek olduğunu anlamak için bir içinizi yoklayın.

Türk olduğumuz için insanların çekmiş oldukları acıları görmezden mi geleceğiz?

İttihatçılar çok günah işlediler.

Çok insan öldürdüler.

Bir soyu kırıp geçirdiler.

Ve, biz yıllarca öldürülen bu insanların yakınlarına, sevdikleri için bir ağıt yakmayı bile yasakladık.

Bir ağıtı bile çok gördük.

Bize hep yalan söylediler.

“Onlar da bizi öldürdü” dediler.

Rus sınırında Müslüman Türkleri öldüren Ermeni çeteciler vardı ve öldürdüler.

Onlar da vahşiydi.

Ama Malatya’daki, Bursa’daki, Sivas’taki, Maraş’taki, Adana’daki kadınların, bebeklerin, erkeklerin, ihtiyarların ne alakası var Rus sınırındaki çetecilerle?

İttihatçılar, onları sırf Ermeni oldukları için öldürdüler.

Sonra da öldürdüklerimizin torunlarına kızdık, “o günlerden” söz etmek istiyorlar diye.

Sizin anneannenizi, babaannenizi, annenizi, babanızı öldürselerdi, bunu haykırmak istemez miydiniz?

Kendinizi onlara borçlu hissetmez miydiniz?

Boşverin İttihatçıları, katilleri, gizli teşkilatın kanlı silahşörlerini.

Siz onlara değil, siz öldürülenlere yakınsınız.

İnsansınız siz.

Ve, şimdi “onların” ülkesine gidiyoruz.

Bilmem becerebilir miyiz ama...

O eski günlerin ansına biraz bizim de gözlerimiz yaşarsa ve “affedin” diye mırıldansak...

Belki de hepimizin sırtından ağır bir yük kalkacak, belki de pos bıyıklı yaşlı bir Ermeninin hayali, herkesin gittiği, hepimizin gideceği yerde bir anlığına kısacık gülümseyecek.



Ahmet Altan'a Yanıtımdır...

AHMET ALTAN’A AÇIK MEKTUP

Ben de ne zaman bir Ahmet Altan makalesi okusam, satır aralarında bir çıngıraklı yılan dolaşıyor sanki. Tıslaması kulaklarımda çınlıyor, hiçbir müzik türü gideremiyor bu sesi.

Her yeni makalenizde “sabır” diyorum ama artık yeter; “Ah Akparik” isimli makaleniz bardağı taşıran son damla oldu. Her fırsatta insanlıktan ve barıştan söz eden maskeli yazarın maskesinin ardındaki yüzü ortaya koymaksa şart oldu.

“Durun ne olur bir an ve düşünün” demişsiniz.

Durdum… düşündüm…

Gözlerimi kapattığımda 1915 öncesine gittim birden…

Erzurum’da isyan… Sasun’da isyan… Zeytun’da, Van’da, sonra tekrar Sasun’da, Adana’da isyan…

Derken 1915 yılına geldim… Osmanlı bir yandan dışarıdaki düşmanla savaşıyor…

Bir yandan da Bitlis’te isyan… Erzurum’da isyan… Elazığ’da, Diyarbakır’da, Sivas’ta, Trabzon’da, Yozgat’ta, Van’da isyan… Amaç; Osmanlı’nın gücünü bölmek, düşmana kolaylık sağlamak…

Hepsi Ermeni isyanı… Başlarındakiler Rusya’dan gelen Ermeni komitacıları olabilir ancak isyan edenler, yıllardır birlikte yaşadığı insanları komitacılarla birlikte vahşice öldürenler, bizzat Osmanlı Ermenileri…

Gözlerim hala kapalı 1915 Van’ındayım…

Ruslar Van yolunda… Ermeniler isyanda… Şimdi siz düşünün…

Bıyıkları etleri ile birlikte kesilen erkekler…

Evlerine ot tıkanıp ateşe verilmiş insanlar… Dışarı kaçmak istiyorlar, bu defa kurşunla, süngü ile öldürülüyorlar…

Bir eve doldurulmuş kadınlar, kızlar, defalarca tecavüze uğruyorlar….

Cesetlerle dolu kuyular…

Derisi yüzülmüş, uzuvları kesilmiş erkekler…

Kazığa oturtularak öldürülmüş yaşlı kadınlar… Uzaktan bakılınca başlarında örtüsü oturuyor gibi görünüyorlar.

Alınlarından, ellerinden duvarlara çivilenmiş ihtiyarlar…

Derken daha fazla kırılmamaları için Müslüman ahaliye hicret emri…

Vasıtaları olanlar vasıtaları ile, olmayanlar büyük bir perişanlık içerisinde yollara düşüyor…

İnsanlar yollarda çocuklarını bırakıyor, açlık ve salgın hastalıktan kırılıyor…

Bitlis, Urfa yollarında ailelerin çoğu yok oluyor…

Bazıları da göç için deniz yolunu seçiyor. Onlar için on iki gemi tahsis ediliyor…

Tabi gemiciler hep Ermeni…

Bu gemicilerin yardımı ile Adır adasına çıkarılan dört gemi dolusu insan, Ermeni fedailer tarafından katlediyor…

…ve sonra Ruslar geliyor…

Van’ın neredeyse beşte dördünün yok edildiği bu vahşete onlar bile razı olamıyor.

x x x

Savaşta arkasından vurulduğunu, iç güvenliğinin temelden sarsıldığını gören İttihat ve Terakki, Tehcir Kararını almak zorunda kalıyor.

İllere gönderilen telgraflara bakın; hasta, kör, sakat ve yaşlılar göç ettirilmiyor, şehir merkezlerine yerleştiriliyor.

Katolik ve Protestan mezhebinden olanlar, göç ettirilmiyor ve bulundukları şehirlere yerleştiriliyor.

Osmanlı ordusunda subay ve sağlık sınıflarında hizmet gören Ermeniler ve aileleri bulundukları yerlerde bırakılıyor, göç ettirilmiyor.

Yetim çocuklar ve dul kadınlar da göç ettirilmeyerek yetimhanelerde ve köylerde koruma altına alınıyor ve kendilerine maddi yardımda bulunuluyor.

Ayrıca ilk etapta da sadece belli bölgelerdeki, bir kısım Ermeniler göçe zorunlu kılınıyor, bir kısmı yerinde kalıyor…

Kalanların da hepsi Ermeni. Amaç bir soyu kırmaksa, İttihat ve Terakki neden bu kadar zahmet ve masrafa giriyor?

Bu arada savaş devam ediyor… İsyanlar durmuyor…

Şebinkarahisar’da isyan, Bursa’da isyan, Adana’da, Urfa’da, Fındıkçık’da, İzmit Adapazarı’nda isyan…

İşte o Bursa’daki Ermeni kadın, Adana’daki yaşlı adam, Sivas’taki bebek de bu yüzden gitmek zorunda kalıyor. Tek başlarına gitmiyorlar, yanlarında kocaları, babaları, oğulları da var, ailece gidiyorlar.

Bu arada yukarıda saydığım onca yerde vahşice öldürülenlerin de yaşlı adam, kadın, çocuk ve bebek olduğunu unutmamak gerekiyor, ailece ölüyorlar. Onların da tek suçları Müslüman olmalarıydı, Türk, Kürt, Çerkes, Laz olmalarıydı.

Bu gerçekleri dile getirmenin neresi ayıp? Asıl ayıp olan, bir tarafın kaybına üzülüp, diğerini dikkate bile almamaktır.

Ayrılıkçı Ermenilerden katliamlara fiilen katılmayanların da kimi casusluk, kimi yataklık, kimi yardımcılık yaptı. Bunların savaşmakta olan Osmanlı’ya daha az zarar verdiğini mi sanıyorsunuz? Ya Osmanlı ordusuna dahil olup da, silahları ile birlikte düşman tarafına geçen Ermeniler için ne düşünüyorsunuz?

Tabii ki, birçok Ermeni de Osmanlı’ya sadık kaldı. Ayrılıkçı Ermeniler, sadık Ermenilere de yapmadıklarını bırakmadılar; onları tehdit ettiler, soydular, hunharca öldürdüler.

x x x

Savaşan her devletin ilk önceliği emniyetidir. Nitekim daha I. Dünya Savaşı başlar başlamaz, İngilizler, dünyanın öbür ucundaki sömürgeleri Avustralya’nın güneyinde yaşayan Alman asıllı Avustralya vatandaşlarını kıtanın iç kısımlarına göç ettirdiler. Ortada isyan yok, düşmanla iş birliği yok, casusluk faaliyeti yok, cinayet yok. Hiçbir zaman dile getirilmediği için bunları bilen de yok ama savaş başlar başlamaz ne olur ne olmaz diye sürülmüşler. İngilizler, onları perişan halde sürerken onlara çok gaddarca davranmışlar. Evlerini basmışlar, mallarını mülklerini tarumar etmişler, piyanolarını bile parçalamışlar. Çünkü piyano ile Alman marşı çalabilirlermiş. (Ermeni Meselesi / Bilal N. Şimşir / Syf.26)

x x x

Uzun lafın kısası, İttihat ve Terakki bir soykırım yapmadı. Hem Müslüman ahali’yi hem de Ermeni halkını büyük bir soykırımdan kurtardı. Tehcir edilen Ermeni, kaldığı yerde ölüp, öldüreceğine; gittiği yerde yaşamaya devam etti. Tabii ki, dönemin ilkel koşullarında ve savaş döneminde yollarda kırılanlar oldu. Ancak tehcirde kırılanın canı candı da, hicrette kırılanınki can değil miydi? Önemli olan yitirilen canlarsa, ortalık bunun için ayağa kalkıyorsa, iki tarafın canı için de kalkması gerekmez mi?

Hadi sizin iddia etmiş olduğunuz gibi gerçekten soykırım yapmış olduklarını var sayalım. İngilizler 1919 – 1920 yıllarında yakaladığı İttihatçıyı Malta Adası’na sürmüştü. Hepsi ellerinde tutuklu bulunuyordu. Bunlardan 58’i Ermeniler ile ilgili suçlanıyordu. Ancak ne hikmetse mahkemeye bile çıkarılamadan salıverildiler. Çünkü onları yargılamak için tek bir kanıt bile bulamamışlardı. Oysa o günlerde olay tazeydi, tüm şahitleri hayattaydı. Buna rağmen kanıt bulamadılar. O düzmece Mavi Kitaplarını da delilden sayamadılar. Bu durumda insan, düşünmeden edemiyor; “bu insanları suçlu ilan edebilmek için tüm tanıkların ölmesi mi beklenmiştir?” diye.

x x x

Şimdi tekrar gözlerimi kapıyor ve 90 yıl öncesinden 16 yıl öncesine dönüyorum…

Yıl 1992, yer Azerbaycan’ın Hocalı Köyü…

Bir gece içerisinde katledilen 613 insan… Bunların 83’ü çocuk, 106’sı kadın…

Gözleri oyulmuş… Kulakları, burunları, kafaları ve daha başka birçok organları kesilmiş…

Aynı vahşetten hamile kadınlar ve çocuklar bile nasibini almış…

Bundan başka 487 ağır yaralı, 1275 rehin, 150 kişi kayıp…

Bir gece içinde yaşanan bu vahşete hangi yürek dayanır?

Bu vahşeti yaşayan ve sonra Beyrut’a yerleşen Ermeni gazeteci Daud Kheyriyan da dayanamamış, yazdığı “Haçın Hatırı İçin” adlı kitabında şu satırlara yer vermiş:

“…Gaflan denen ve ölülerin yakılmasıyla görevli Ermeni gurup, Hocalı’nın 1 kilometre batısında bir yere 2 Mart günü 100 Azeri ölüsünü getirip yığdı. Son kamyonda 10 yaşında bir kız çocuğu gördüm. Başından ve elinden yaralıydı. Yüzü morarmıştı. Soğuğa, açlığa ve yaralarına rağmen hala yaşıyordu. Çok az nefes alabiliyordu. Gözlerini ölüm korkusu sarmıştı. O sırada Tigranyan isimli bir asker onu tuttuğu gibi öteki cesetlerin üstüne fırlattı. Sonra tüm cesetleri yaktılar. Bana sanki yanmakta olan ölü bedenler arasından bir çığlık işittim gibi geldi. Yapabileceğim bir şey yoktu. Ben Şuşa’ya döndüm. Onlar Haç’ın hatırı için savaşa devam ettiler.”

x x x

Evet, Ermeni gazeteci, Hocalı Katliamı ile ilgili bunları yazmış…

Peki Ahmet Altan ne yazmış?

Hiçbir şey! Evet, hiçbir şey! İlgi alanına bile girmemiş!

x x x

1986 Jivkov Bulgaristan’ı…

Türkçe isimler Slav isimlerine çevriliyor. Yetmiyor mezar taşlarındaki isimler de değiştiriliyor. Kamu alanlarında insanlar Türkçe konuşamıyor. Türkler, yaşadıkları bölgelerden alınıp Bulgarların çoğunluk olduğu bölgelere yerleştiriliyor. İbadet özgürlükleri kısıtlanıyor. Türk olduğu için iş verilmiyor ve insanlar Türkiye’ye göçe zorlanıyor. Bu kısıtlamalardan bir buçuk milyon insan nasibini alıyor.
Aradan üç yıl geçiyor, bir asimilasyon programı daha kapılarına dayanıyor. 310 bin Türk daha Bulgaristan’ı terk etmek zorunda kalıyor.

Ahmet Altan ise Bulgarların 1908’de bağımsızlıklarını ilan edişlerinde kalmış, sonrasıyla ilgilenmiyor.

Peki ya Yunanistan?... Türkistan?..

Bu konuda da tek satır yazmıyor.
x x x
Türkmen şehri Kerkük’e bitmez tükenmez bir Kürt göçü var, amaç Kürt nüfusu arttırıp, Türkmen’den arındırıp, burayı bir Kürt şehrine çevirmek.
Nüfus öylesine artmış ki; ne elektrik yetiyor ne de su. Yaz günü bir hafta boyunca susuz kalıyorsunuz.
Türkmenlere ait ve Saddam döneminde hükümet tarafından el konulan arazilere derme çatma yapılar kurulmuş. Yeni gelenler buralara yerleştiriliyor.
Kerkük'te yerleşecek olan her Kürt aile için 3000 dolar para yardımı yapılıyor.
Yetmiyor, evlerin yapımı için gerekli olan her türlü malzeme bedelsiz karşılanıyor.
Dahası Kerkük'te ev yapan Kürtlerin elektriği, suyu ve benzini de bedava...
Ohhh, ne ala!
Kürtler sadece boş arazilere değil, aynı zamanda Saddam hükümeti düştükten sonra, şehri terk eden Arapların boş evlerine, stadyumlara ve hatta kullanılmayan devlet binalarına da yerleşiyorlar.
Ya Türkmenler?
İleri gelen Türkmen aileleri her gün tehdit alıyor.
Çocukları okul önlerinden kaçırılıp, yüklü miktarda para karşılığı serbest bırakılıyor.
Her gün meydana gelen patlamalar nedense hep Türkmen mahallelerinde gerçekleşiyor.
Bu patlamalarda insanlar can veriyor, sakat kalıyor.
Ahmet Altan ise bakın kendisine neyi dert ediniyor?
“Vatandaşlığa bağlı bir ülkede milyonlarca Kürt kardeşimizle birlikte yaşarken, başka bir ülkedeki soydaşlarımızı, bu Kürt kardeşlerimizin soydaşlarına karşı koruyarak, çelişkiye düşmüyor muyuz? Bu durum bizi açıkça bölmez mi?”
(Makalenin tamamını için http://www.gazetem.net/aaltanyazi.asp?yaziid=174 )
Daha sonra göreceklerimi, okuyacaklarımı bilmeden “pes” diyorum ama Ahmet Altan, siz öyle bir yazıyorsunuz ki, okudukça neye şaşıracağımı şaşırıyorum.
x x x

Şimdi yine kapıyorum gözlerimi ve Kurtuluş Savaşı günlerine dönüyorum. Ülkemizin batı bölümü Yunan işgali altında…

Bergama ve yöresindeyiz…

Yukarı Kimikler Köyünden Molla İbrahim’i kulaklarına kadar kesiyor, gem takıyorlar. Bu haldeyken Bergama içinde gezdiriyorlar. Sonra tırnaklarını halkın içinde kerpetenle söküyorlar ve 4 gün sonra parçalayarak öldürüyorlar.

Çerkes İdris Ağa’nın 10 yaşındaki kız evlatlığına sekiz, on Yunan askeri birden, bir çok kez tecavüz ediyor, sonra da vücudunu ikiye ayırarak öldürüyorlar.

80 yaşındaki dilsiz oğlu Ahmet ve eşi Zahide’yi paralarını aldıktan sonra parçalayarak öldürüyorlar.

Alaca Köyünden Mehmed oğlu İsmail ile oğlu Mustafa’nın ayaklarını testere ile kesiyorlar.

Firuz Köyü halkına silah aramak bahanesiyle işkence yapıyorlar, pek çok kadın ve kızın ırzına geçtikten sonra hepsini kurşuna diziyorlar.


Şimdi de Orhan Gazi’de bir sokaktayım…

Ağzında el bombası patlatılmış bir delikanlı yatıyor yerde…

Biraz ilerde karnından bağırsakları dökülmüş bir genç kadın cesedi var…

İki adım ötede 2 yaşlarında başsız bir çocuk…

İleride gübre yığını üzerinde 12 yaşında bir kız, ırzına geçilmiş…

İç sokaklara doğru ilerliyorum. 60 yaşında bir kadın… Irzına geçilmiş ve öldürülmüş…

Muratoba Köyü mü?

Erkekleri camiye dolduruyor, üzerlerine gaz dökülüp yakıyorlar...

Ya Çınarcık köyü?

Erkeklere annelerini peşkeş çekmek istiyorlar. Ölüm pahasına bu işi yapmayan delikanlıları süngülerle öldürüyorlar.

Bir taraftan ateşe verilen evler tutuşurken, Yunan askerleri süngü ucuna taktıkları küçük bebekleri kuzu kızartır gibi ateşe tutuyorlar… Genç kızların memelerini kesip, kebap yapıyorlar…

Yalova… Beykoz… Şile… Rezaletin, işkencenin bini bir para…

Tırnak sökmeler, un çuvalında dövmeler, çuvala koyup suya atmalar, ağaca ayaktan asmalar, ağaca asılanları parçalamalar, diri diri çukurlara gömmeler, göz oymalar, kulak kesmeler, camiye doldurup yakmalar, kadınlara zorla erkek uzvu çiğnettirmeler, anne ve babasına zorla tecavüz ettirmeler, kurşuna dizmeler, edep yerlerine bomba koymalar…

Yeter artık! İçim daha fazla dayanmıyor, ben gözlerimi açıyorum.

Sonra merak ediyorum, “Acaba Ahmet Altan bu konuda ne düşünüyor?” diye.

Karşıma “Kendini Öldürmek” adlı makaleniz çıkıyor. Amerikalı Clint Eastwood, tümüyle Japonca olan ve II. Dünya Savaşı’nda Japon askerlerinin Amerikalı askerlere karşı kahramanlıklarını anlatan “Iwo Jima” adlı bir film çekmiş. Film, düşmanın da insan olduğunu anlatıyormuş. Amerika, o kadar hoşgörülüymüş ki, bu filmi Oscar’a aday göstermiş.

Bütün bunları anlatıyor ve soruyorsunuz: “Ben Kurtuluş Savaşı’nda Yunan askerlerinin kahramanlığını anlatan bir film çekebilir miyim?”

Sonra ekliyorsunuz: “Yunanlıların kahramanlıklarını anlatan, tümüyle Yunanca bir film çekip, Türk askerlerinin iki Yunan esirini nasıl acımasızca öldürdüğünü göstermeye kalksam, bunu hoşgörüyle karşılamazsınız. Böyle bir işe kalkışsam, çok büyük bir ihtimalle ‘Türk düşmanı olmakla’, ‘satılmışlıkla’, ‘hainlikle’ suçlanırım.”

Sonra yine soruyorsunuz: “Peki ama niye? Niye ben Yunanların kahramanlıklarını anlatamam?

Hiç mi kahraman, yiğit, cesur Yunan askeri yoktu o savaşta?

Hiç mi hayatını tehlikeye atan, ölümün üstüne yürüyen birileri çıkmadı Yunan ordusunda?

Bütün kahramanlıkları Türkler mi yaptı?”

(Okuduklarına inanamayanlar için makalenin tamamı http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/6378062.asp?yazarid=150&gid=61 adresinde)

Amerika’nın Clint Eastwood gibi sanatçıları varmış. Eastwood’un bu filmini Oscar’a aday gösteren inanılmaz bir hoşgörü varmış. Amerikan toplumu, bu filmin oynadığı sinemaları yakmıyor, Eastwood hakkında “Amerikalılığa hakaretten” dava açılması için gösteriler düzenlemiyor, onu “ölümle” tehdit etmiyormuş. Kongre’de “bu adam bizi sırtımızdan bıçaklıyor” diye bağıran politikacıları yokmuş.

İşte Amerika tüm dünyada en gelişmiş ülkelerden biri kabul edilmesini politikacılarına, liderlerine, askerlerine, ordusuna, silahlarına değil, bütün bu hoşgörülü insanlara borçluymuş.

Bu muhteşem yorumla birlikte bizlere soruyorsunuz:

“Böyle bir film çekersem, beni över ve ödüllere aday gösterir misiniz?”
. . . . . . . . . .

Valla Ahmet Altan, Altın Portakal’ı bilmem ama böyle bir film ile Nobel’i garantilersiniz.

Ya da bakın, aklıma ne geldi? Bence siz, Girit adasındaki Yunan ayaklanmalarının bastırılması sırasında Türklerin gösterdikleri kahramanlıkları anlatan, tamamı Türkçe bir film yapıp, bunu Yunan sinemalarında gösterime sokun. Bakalım size ne ödül verecekler?
. . . . . . . . . . .

Yine değinmeden geçemeyeceğim. Aynı makalede diyorsunuz ki;
“Amerikalı bir sanatçı yaptığı filmde ‘düşmanı’ ‘insana’ dönüştürüyor. Biz düşmanımızı ‘insan’ olarak anlatabilir miyiz?”

İşte size bir öneri daha. Gördüğüm kadarı ile sizin dışarıda düşmanınız olmadığı için zorunlu olarak örneği içeriden vereceğim. Mesela bu aralar en uyuz olduğunuz kim var? Ergenekon Çetesi olarak adlandırdığınız insanlar, değil mi? Kendimi bildim bileli siz hangi kurumdan haz etmezsiniz? Türk Silahlı Kuvvetleri değil mi? Bunlar da sizin kendinize düşman belledikleriniz olduğuna göre, hadi anlayın düşmanınızı, insan olarak görün, sevin onları, sevmeyenlere de sevdirin. Ülkenin bir aydını olarak öncü olduğunuzu gösterin. Ne kaybedersiniz?

x x x

Artık gözlerimi korka korka kapatıyorum. Kıbrıs’tayım… Tarih 24 Aralık 1963…

Silah sesleri duyuluyor…

Tüfek dipçikleri ile kilitli kapılar kırılıyor… İnsanlar sokaklara sürükleniyor…

70 yaşında bir Türk, kırılan ön kapısının sesiyle uyanıyor…

Sendeleyerek yatak odasından çıktığında, bir sürü silahlı gençle karşılaşıyor…

“Çocuğun var mı?” diye soruyorlar…

Şaşkın bir biçimde “Evet” diyor…

“Dışarı gönder” diye emrediyorlar…

19 ve 17 yaşlarında iki oğlu ve 10 yaşındaki kız torunu aceleyle giyinip, silahlı adamların peşinden dışarı çıkıyorlar…

Çiftlik duvarının dibine dizildikten sonra, silahlı adamlar tarafından makineli tüfek ateşiyle öldürülüyorlar…

Başka bir evde, 13 yaşında bir erkek çocuğunun ellerini dizlerinin arkasında bağlayıp, yere yıkıyorlar…

Ardından tekmeleyip, ırzına geçiyorlar…Sonra da tabancayla başının arkasından vuruyorlar…

Tüm bunları ben değil, H. Scott Gibbons, Peace Without Honour adlı kitabında anlatıyor. Haliyle merak ediyorum, Ahmet Altan bu konuda ne diyor?

Bunun yanıtını “Türklerin Tek Sorunu Var” adlı makalenizde buluyoruz.

İnanmayan yine tamamını http://www.hurhaber.com/news_detail.php?id=92609 adresinden okuyabilir.

“Her sorunun bir adı var.
Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu, türban sorunu, terör sorunu, 301 sorunu…
Biz bunların hepsini tek tek ayrı sorunlar olarak görüyoruz.
Bunların hepsinin aslında tek bir ismi olabileceği pek aklımıza gelmiyor.
Belki de bizim böyle hepsi değişik isimli birçok sorunumuz yok.
Belki de bizim adı “Türk sorunu” olan tek bir sorunumuz bulunuyor...” diye eşi benzeri görülmemiş o dahice girişinizden yarım sayfa sonra nihayet Kıbrıs konusuna geliyorsunuz.
“Ya Kıbrıs meselesi?
Biz, Türklere neler yapıldığını hatırlıyoruz, basılan köylerimizi, öldürülen insanlarımızı.

Peki, o olaylardan önce, ‘bağımsızlık’ isteyen Rumlara karşı İngilizlerle işbirliği yapan Türklerin neler yaptığını hatırlıyor muyuz?

Hayır.

Nikos Sampson’u hatırlıyoruz. Onun yaptığı manasız darbeyi de hatırlıyoruz. ‘Soydaşlarımızı’ korumak için adaya ‘kahramanca’ çıkışımızı hatırlıyoruz.

Peki, o adanın yarısına yerleştiğimizi, Rumların mallarına el koyduğumuzu, Kıbrıslı Türkleri bile adadan kaçıracak hale geldiğimizi hatırlıyor muyuz?”

x x x

Hatırlayalım bakalım, neler çıkacak altından…

Yıl 1878, Osmanlı 93 Harbini kaybetmiş. Ruslar Yeşilköy’e kadar gelmiş. İstanbul ve Boğazlar, Rus tehdidi altında. İngilizler ise, Akdeniz ve Uzak Doğu yolunu Ruslara kaptıracak olma telaşında. İngilizler, bir teklif getirirler. Rusya’ya karşı Osmanlı’ya yardım edeceklerdir ancak karşılığında Osmanlı Devleti de Ruslar, Batum, Kars ve Ardahan’ı terk edinceye kadar Kıbrıs adasının idaresini geçici olarak İngiltere’ye bırakacaktır. Ada hukuken Osmanlı Devletine bağlı kalacaktır. Sultan II. Abdülhamid zor durumdadır, bu teklifi kabul etmek zorunda kalır. Böylece Osmanlı’nın Kıbrıs adasındaki 307 yıllık hakimiyeti sona erer. Çünkü aradan uzun yıllar geçip de Osmanlı Devleti, İngiltere’nin karşısında I. Dünya Savaşı’na girince işler değişir. Bahanesini bulan İngiltere, bir bildiri yayınlayarak Kıbrıs’ı İngiltere’ye bağladığını ve Kıbrıs’ın artık İngiliz İmparatorluğu’nun bir parçası olduğunu açıklar. Bu şekilde gasp edilen Kıbrıs’ı artık Kurtuluş Savaşı ve Lozan bile geri getiremeyecektir.

İşte Kıbrıs’ın bu şekilde İngiliz sömürgesi haline gelmesinden sonra Rumların bağımsızlık istediği, Türklerin İngiliz sömürgesi isteyip, İngilizlerle işbirliği yaptığı koskoca bir yalan ve çarpıtmadan ibarettir. Neden mi?

Bir kere, daha 1907 yılından itibaren yani adanın resmen İngiliz sömürgesi olmasından önce; Rumlar, İngiltere’den adanın Yunanistan’a ilhakını (bağlanma) talep ediyorlardı. İngiltere ise, Kıbrıs’ın hiçbir şekilde Yunanistan ile ilgisi bulunmadığını, Rumların Yunan olmadığını ve adanın Türkler tarafından İngiltere’ye devredilmiş bulunduğunu ileri sürerek Rumların bu teklifini reddediyordu.

Rumlar, yılmıyordu. Rum kilisesi önderliğinde heyetler kurup, başta İngiltere olmak üzere birçok Avrupa ülkesine “ilhak” gezileri düzenliyor, Kıbrıs’tan İngiltere’ye sayısız Enosis (yani Yunanistan’a ilhak) telgrafı gönderiyorlardı. Bununla kalsa yine iyi, bu faaliyetlerini silahlı saldırılarla da destekliyorlardı. Rumların Türklere yaptığı ilk silahlı saldırının tarihi 1912’dir. “Yaşasın Yunanistan, Yaşasın İlhak” naraları ile Türk mahallelerini yağmalamış, ev, dükkan ve dini yerleri tahrip etmişlerdi. Bu olayda dört Türk hayatını kaybetmiş, yüzden fazla Türk de yaralanmıştı.
İngiliz sömürge dönemine geldiğimizde ise 1921 ve 1950’de ada Rumları arasında iki kez halk oylaması yapıldığını ve her iki oylamada da ezici çoğunlukla Yunanistan’a ilhak kararı çıktığını görüyoruz.

1931 yılına geldiğimizde ise Yunan Konsolosu Kyrou’nun kışkırtması ile “Milli kurtuluşumuz Yunanistan’la birleşmektir” diyen Papaz Nikodimos’un başkanlığında “ilhak” naraları atarak, ayaklandıklarına tanık oluyoruz. Ancak dikkatinizi çekerim; bu ayaklanma, Kıbrıs’ın sömürge idaresinden kurtulup bağımsızlığını kazanması için değil; Yunanistan’a bağlanması için yapılmıştır.

İngiltere, bu isyanı çok sert önlemlerle bastırmış, 400 kişiyi tutuklamış, isyanın ele başları ile kışkırtıcı konsolosu adadan sürmüş; ardından da okullarda Türk ve Rum tarihlerinin okutulmasını, siyasi faaliyetleri yasaklamış, basına sansür koymuş, yasama meclisi niteliğindeki Kavanin Meclisi’ni de kapatmıştır. Artık ne Türkler ne de Rumlar göndere milli bayraklarını çekememektedir. İşin garibi Türkler, isyana katılmamış, hatta karşı çıkmış olmalarına rağmen yine de Rumlarla aynı cezalara çarptırılmışlardır. Bu arada çarpıtma eğilimi olanlar için açıklayalım, Türkler İngiliz sömürgesi altında yaşamaya bayılmamaktadırlar, yaşadıkları adanın Yunanistan’a ilhakına karşı oldukları için ayaklanmaya karşı çıkmışlardır.

1937’den itibaren İngiltere Kıbrıs’a özerklik vermeyi teklif etmeye başlamıştır ancak Rumlar bunu kabul etmemiş, Yunanistan’a ilhakta ısrar etmişlerdir.

1950’li yılların başlarında bir de terör örgütü kurmuşlardır. Adı; EOKA. Eminim, bu örgüt de sizin için terör örgütü değil, bağımsızlık ordusudur.

Bu arada Yunanistan da elini açık oynamaya başlamış ancak 1952-1954 yılları arasında Kıbrıs'ın kendisine terki için İngiltere nezdinde yaptığı her teşebbüs İngiltere tarafından reddedilmiş ve İngiltere, adanın durumunu değiştirmeyeceğini her seferinde tekrar etmiştir. Böylece 1954 yılının ilk aylarında, Yunanistan hükümetinin bilgisi dahilinde Kıbrıs’a gizli silah sevkıyatı başlamıştır.

İngiltere’den umudunu kesen Yunanistan, 16 Ağustos 1954’de Birleşmiş Milletlere resmen başvurup, İngiltere'den şikayet etmiş ve ada halkına self- determinasyon yani kendi kaderini kendisinin tayin hakkının verilmesini istemiştir. Görüldüğü gibi Yunanistan, Birleşmiş Milletlere baş vururken biraz farklı bir dil kullanmıştır. Ancak birazcık aklı olan insan, yıllardır “ilhak” isteyen bir toplumun kaderini ne yönde tayin edeceğini bilir. Dolayısı ile bu haktan kastedilen, adanın Rum halkına, kendilerini Yunanistan'a katma yetkisinin verilmesinden başka bir şey değildir. Zaten Birleşmiş Milletler de meseleyi ele almış, ancak inceleyince bir karar vermeyi reddetmiştir.

1955 yılı aynı zamanda EOKA’nın Türklere yönelik saldırılarının başladığı yıldır. Yine aynı yıl Doğu Akdeniz ve Kıbrıs hakkında bir üçlü konferans düzenlenmiştir. Konferansa Türkiye adına Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu katılmıştır.

Bu konferansta İngiltere, Yunanistan'ın isteklerine bir miktar taviz olmak üzere, adaya özerklik vermeyi teklif etmiştir. Yunanistan, ada nüfusunun çoğunluğunu Rumların oluşturduğunu belirterek, kendi kaderini tayin hakkında, yani adanın kendisine katılmasında dayatmıştır. Türk tezi ise, Türkiye’nin savunması ve güvenliği bakımından Kıbrıs’ın önemli ve vazgeçilemez olduğu, Kıbrıs el değiştirdiği takdirde dengelerin alt üst olacağı, üstelik adanın coğrafî bakımdan Anadolu’nun devamı olduğu üzerinedir. Kıbrıs’ta statükonun muhafazası şarttır. İngiltere adadan çekilmemelidir. Eğer statüko bozulacaksa, ada Türkiye’ye, yani eski sahibine iade olunmalıdır.

İşte yılanın “tıssss” dediği yer, tam da buradadır. Bir kere Rumların da, Yunanistan’ın da mücadelesi Kıbrıs’ın bağımsızlığı üzerine değil, adanın Yunanistan’a ilhakının şartlarını oluşturmak içindir. “İlhak”ın adına “bağımsızlık” denemeyeceği gibi Türkiye’nin de ilk etapta statükonun devamını savunmasına “işbirliği” denemez. Bu, vatan ve millet kavramı olmayan birine nasıl anlatılır bilemiyorum ama buna mülkiyetinin bile artık kendisine ait olmadığı bir adada, gerek daha az bir nüfusu oluşturan soydaşlarını, gerekse ülkesinin Akdeniz’deki haklarını Rumlara ve Yunanistan’ın emellerine karşı korumaya çalışmak denir.

“Ya İngiliz sömürge yönetiminin polis gücü?” diyeceksiniz. Doğrudur, polis gücü çoğunlukla Kıbrıslı Türklerden oluşmaktadır ancak bunun nedeni rahatlıkla anlaşılabileceği gibi adanın EOKA terörü altında olmasıdır. Bu şartlarda burada da ima ettiğiniz gibi bir işbirliğinden söz edilemez.

Londra Konferansı olumlu bir netice vermeden 7 Eylül’de dağılmıştır. İngiltere yine de adaya özerklik vermekte kararlıdır ve bu konuda hazırlıklara başlamıştır. Türkiye bir oldu bitti ile karşı karşıyadır ve bu durum kesinlikle zararınadır. Mecburen bu özerkliğe bir eğilim gösterir ama bu rejim içinde Kıbrıs Türklerinin özgürlük ve yaşama haklarını da garanti altına almak için bu defa kendi özerklik teklifini İngiltere’ye bildirir.

1956 yılının başına geldiğimizde EOKA’nın Kıbrıs'taki eylemlerin şiddeti her geçen gün artmakta ve bu şiddet Yunanistan tarafından beslenmektedir. İngilizler, Makarios’un EOKA’nın siyasi lideri olduğunu öğrenirler ve onu tutuklayıp, sürgüne gönderirler. EOKA militanları, terör yaptıkları bu dönemde yüzlerce Türk‘ün yanı sıra, 100 İngiliz ve yüzlerce Rum’u da katletmiş, 30 Türk köyünü yakıp yıkarak, burada yaşayan Türklerin göç etmesine neden olmuşlardır, bilgilerinize sunarım.

Derken İngiltere, Kıbrıs’ta iki ayrı toplum olduğuna göre, kendi kaderini tayin hakkının her iki toplum için de ayrı ayrı tanınması gerektiği fikrini ortaya atar ve ada için bir Anayasa hazırlatır. Böylece adanın taksimi de bir çözüm yolu olarak ele alınabilecektir. Türk hükümeti bu fikri daha çok benimser ve bundan sonra taksim tezi üzerinde ısrar eder. Adanın Türk halkı da taksim tezini var gücüyle savunur.

Bu arada Yunanistan Kıbrıs meselesini her yıl Birleşmiş Milletlere götürmekten geri kalmaz. Birleşmiş Milletler ise her seferinde kesin bir karar almaktan kaçınır ve meselenin Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında müzakere yolu ile çözümlenmesi fikrini benimser.

1958 yılında EOKA artık iyice azıttığından gerek Türk-Yunan, gerekse Yunan-İngiliz ilişkileri gerginleşir, bunun için de Amerika ve NATO araya girip, taraflara baskı yapmaya başlar.

En sonunda 1959’da Zurich’de bir araya gelen iki devletin başbakanı, bir Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmasına karar verirler ve bu devlette Kıbrıs Türk toplumunun hürriyet ve yaşama haklarını garanti altına almak için anayasa esasları ile diğer anlaşmaları tespit ederler. Bu anlaşmalar, 19 Şubat 1959 tarihinde Londra'da, Türkiye, Yunanistan, İngiltere ile Kıbrıs Türk ve Rum toplumlarının temsilcileri tarafından imza edilir.

Zürich ve Londra Anlaşmaları, Kıbrıs Cumhuriyeti ile Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında organik bağlar kurmaktaydı. Buna göre, Kıbrıs Cumhuriyeti, Anayasa düzenini bütün ayrıntıları ile koruyacaktı. Korumadığı takdirde Türkiye, İngiltere ve Yunanistan, birbirlerine danışacaktı. Bu danışma sonucunda bir anlaşma gerçekleşmez ve sorun devam ederse bu üç devletten her biri, anayasa düzenini yerleştirmek için, tek başına müdahale hakkına sahip olacaktı.

Yine Anayasa'nın ayrılmaz parçasını teşkil eden İttifak Antlaşması'na göre, Yunanistan Kıbrıs’ta 950 kişilik, Türkiye ise 650 kişilik bir askeri kuvvet bulundurmak hakkına sahipti. Bu anlaşmalarla Kıbrıs Cumhuriyeti için Enosis ve taksim yasaklandı ve nihayet 16 Ağustos 1960 tarihinde Kıbrıs Cumhuriyeti resmen kuruldu.

Fakat bu Cumhuriyet, ancak 21 Aralık 1963 tarihine kadar yaşayabildi. Çünkü 1963’de yeniden saldırılara başlayan ve 103 Türk köyünü yakıp yıkarak 500’den fazla Türk’ü katleden EOKA, on binlerce Türk’ü de göçe zorladı.

Gerisini biliyoruz zaten. Konuyu bu kadar ayrıntılı ve uzun olarak ele almak zorunda kalmamın nedeni, konuya yeterince yakın olmayanlar ve dilinizi bilmeyenler için “tıssss” sesini Türkçe’ye tercüme etmekti.

x x x

Birinci Dünya savaşında Ermenilerle, Kurtuluş Savaşında Yunanlarla, Kıbrıs’ta Rumlarla gönül bağı kuran Ahmet Altan, Kandil Dağı’na gidip, PKK’lılarla da yarenlik ediyor.

Gün boyu onlarla şakalaşıp, gülüşürken, arada dünyanın artık silah istemediğini, silahı bırakıp sorunu siyasetle çözmeleri gerektiğini söylüyor. Peki, silah istemeyen o dünya, ‘neden bu silahları üretiyor sonra da PKK ve benzeri terör örgütlerine satıyor?’ diye hiç düşünmüyor. Bu örgütler, kendi silahlarını kendileri üretemediklerine göre, silahı, bombayı, mayını üretmezsin, olur biter.

PKK’lı konuşuyor: “Kürt ulusu eziliyor.”, “Onun ezilmeyeceğinin garantisi olmalı”

Kürt ulusunu koruyorlar öyle mi?

Sizin makalelerinize bakarsak PKK ve Öcalan 1980’li yıllarda askeri bir cuntanın gölgesi Türkiye’nin üzerindeyken, Kürtçe konuşmak, Kürtçe şarkı söylemek, Kürt çocuklarına Kürtçe isimler koymak yasaklanmışken, Diyarbakır Hapishanesinde Kürtler tarihte eşine az rastlanır bir zulmün hedefindeyken ve seslerini duyurmanın hiçbir yasal yolu yokken çıkmıştır sahneye.

Sahi mi?

12 Eylül darbesinde bu insanlar, Kürt oldukları için mi yoksa yasa dışı örgütlere mensup ya da ilişkili oldukları için mi hapishanelere girip, acılar çektiler? Yöntemleri savunmuyorum ancak o acıları sadece Kürtler mi çekti? Kürt olmayan insanlar da çekmedi mi?

PKK mı Kürt halkının haklarını ve kimliğini koruyacak? Bunun için önce kendi kimliği olması gerekmez mi? Temeli 1978’de atılan PKK, önce Kürtçü söylemleri olan Marksist – Leninist bir örgüt. İlk iş bölgede Kürtçülük yapan diğer Marksist – Leninist örgütlere saldırıyor. Diğer tarafta Ermeni ASALA Örgütü ile diplomatlarımızı öldürmek için işbirliği yapıyor. O bitiyor, kendi halkına saldırıyor, kadın, erkek, çocuk, bebek demeden katlediyor. Nedir suçu bu insanların? Türkiye Cumhuriyeti düzenine karşı olmamak. Arkasında önce Sovyet Rusya, sonra Suriye, Irak, İran, Yunanistan ve benzerleri.

Derken Sovyet Rusya çöküyor, PKK 180 derece dönüş gösterip arkasına Amerika’yı alıyor. Avrupa Birliği ülkelerinin yardımları da cabası. AB, ABD ve PKK, namı diğer üç kafadar, gerek silahlı gerekse sosyal ve psikolojik her yönden saldırırken, yöneticilerimiz olayın sadece askeri yanına ilgi gösterip, diğer yanlarını es geçince Kürt halkının bir bölümü de bunları kendine dost sanıyor. Tarih bilmediği için, geçmişte bunları dost bilenlerin çıkar dengeleri değiştiğinde nasıl ortada kaldıklarını da hatırlamıyor.

Dünün Marksist – Leninist PKK’sı kapanın elinde kalıyor, bugün de var gücü ile neoliberal politikaların oyuncağı, küreselleşme çalışmalarının vahşi bir parçası oluyor. Kim yüz verirse ona hizmet ediyor. İnsan, yarın kimin emrine gireceğini merak etmeden duramıyor.

Ancak gerçek o ki, tüm bu işbirliğinin sonucunda insanlarımız ölüyor, toplum hızla ikiye bölünüyor. Yıllardır terör belası ile uğraşan ülkemiz, teröre para akıtmaktan hiçbir alanda gelişemiyor. Devlet borç batağında yüzüyor. Tarım, sanayi ve başka her alandaki gelişmemiz baltalanıyor. Kimse kazanmıyor, kazanan sadece silah ve uyuşturucu tüccarları oluyor.

Buna bir de babalar gibi satanlar eklenince sanayi tesisleri gidiyor, bankalar gidiyor, tarım alanları, orman alanları akla gelen ve bu ülkenin olan ne varsa her şey gidiyor. Devletten sonra halkımız da borç içinde yüzmeye başlıyor. Üreten Türkiye yok oluyor, sadece tüketen bir Türkiye oluşuyor. Kimse kazanmıyor, sadece ulus ötesi şirketler, yabancı ve büyük devletler kazanıyor. Yabancı bankaların icra avukatları kapımıza dayanıyor, Türk – Kürt diye ayırmıyor. Bir bakın etrafınıza, biz burada birbirimizi yerken, elimizde avucumuzda ne varsa kayıp gidiyor. Ülkemiz tüm varlıkları ile birlikte geleceğini de kaybediyor. Bütün bunların ardında küreselleşme çalışmaları yatıyor. Para babası ulus ötesi şirketler daha da çok kazansın diye insanlar ölüyor, aileler yok oluyor.

Ancak bu durum şimdilik AB ve ABD’den beslenen PKK’nın umurunda olmuyor. Ahmet Altan’ı da ilgilendirmiyor. Onlar Kandil Dağında bir günde “kanka” oluyorlar. Artık Ahmet Altan’ın orada aynı odayı paylaştığı, konuştuğu, şakalaştığı dostları var. Salih var, Bozan var, Mizgin, Jiyan, Roj, Adem var. Bir daha bir operasyon olursa eğer, sonuçlarını içi titreyerek okuyacak Ahmet Altan; tanıdık bir isme rastlamaktan korkarak…
http://radikalgazetesi.wordpress.com/2008/02/03/ahmet-altan-kandil’de-bir-gun/

Artık burada dermanım tükeniyor Ahmet Altan. Size söylenecek sözler de anlamını yitiriyor. Bir gün Türk olmayan herkese gösterdiğiniz ilgi, sevgi ve anlayışın en azından onda birini bu millete de gösterdiğiniz günleri görebilmeyi diliyor ve sizi vicdanınızla baş başa bırakıyorum. Bu arada gerek 80 darbesinden çok çekmiş PKK’lı dostlarınıza, gerekse küreselleşmenin ülkemize ve tüm dünyaya özgürlük getireceğini savunan size 80 darbesinin de, küreselleşme hareketinin de arkasında Amerika’nın olduğunu hatırlatmak istiyorum.

Değer Erbora
degererbora@gmail.com