22 Kasım 2007 Perşembe

MUSTAFA ERDOĞAN'A YANITIMDIR (23 KASIM 2007)

Aşağıda önce Mustafa Erdoğan'ın ilgili makalesini ve sonra da benim kendisine vermiş olduğum yanıtı bulabilirsiniz.


AYRILMA HAKKI – MUSTAFA ERDOĞAN

Günümüzde kendi kaderini tayin hakkının bir gereği olarak, belli şartlar altında, halkların ayrılma hakkına sahip oldukları genellikle kabul edilmektedir. Bu demektir ki, ayrılmayı mutlak bir hak olarak gören düşünce azınlıktadır. Dolayısıyla, ayrılma hakkı genellikle baskıya karşı bir çare olarak görülmektedir. Bu görüşün arkasında, kendisini oluşturan unsurlara yeterince adil davranmayan bir devletin ülkesi üzerindeki ahlákî iddiasını kaybedeceği düşüncesi yatmaktadır. Dolayısıyla, ayrı bir kimliği olan herhangi bir grup, vatandaşı olduğu devletin katı ve sürekli haksızlıklarına maruz ise ve buna karşı kendisini etkin olarak koruyacak araçlardan yoksunsa, ancak o zaman ayrılma hakkına sahiptir. Öte yandan, kimi yazarlar istibdattan kaçmak için ayrılmanın zorunlu olduğu düşüncesine karşı çıkmaktadırlar. Çünkü, olara göre, ahlaki bakımdan, istibdat şu veya bu ulusal grup için değil fakat -baskıya maruz kalmayanlar da dahil olmak üzere- bütün bir toplum için bir problemdir. Ne var ki, teorik olarak doğru olan bu düşünce, uygulamada baskının munhasıran belli bir etnik-kültürel gruba yönelmesi ve geri kalan çoğunluğun buna sessiz kalması -hatta baskıyı desteklemesi- durumlarına uygun düşmemektedir. Bu gibi durumlarda söz konusu grup için ayrılmak tek yol olabilir. Buna karşılık ayrılmanın herhangi bir kayda bağlı olmayan, mutlak ve aslî bir hak olduğu görüşünde olan yazarlar da vardır. Bunlar bir kimlik grubunun, tabi olduğu devletin hiç bir haksızlığına uğramamış olsa bile, o devletten tek taraflı olarak ayrılma hakkına sahip olduğunu ileri sürmektedirler. Çünkü, devlet ancak varlığı yönetilenlerin rızasına dayandığı ölçüde meşrudur ve insanların kendi tercihlerinin eseri olan bir devlete sahip olmak istemeleri gayet doğaldır. Ludwig von Mises bir keresinde şöyle yazmıştı: ‘Kendi kaderini tayin hakkı bir devlete üyelik bakımından şu anlama gelir: Belirli bir bölgede yaşayanlar (...) halihazırda ait oldukları devlete birleşik olarak kalmayı artık istemediklerini belli edip de bağımsız bir devlet kurmayı veya başka bir devlete bağlanmayı her ne zaman isterlerse, onların arzusuna saygı duyulmalı ve ona uyulmalıdır. (...) Bununla beraber, hakkında konuştuğumuz kendi kaderini tayin hakkı ulusların değil fakat daha ziyade bağımsız bir idarî birim kuracak kadar büyük olan her bölgede yaşayanların bir hakkıdır. Eğer tek tek her kişiye kendi kaderini tayin hakkı vermek bir şekilde mümkün olsaydı, bunun yapılması gerekirdi.’ Murray Rothbard ise ayrılma hakkını, mevcut devletlerin çoğunun sahici anlamda rızaya dayanmadıkları ve halihazırdaki sınırlarının da adil olmadığı düşüncesine dayandırmaktadır. Ona göre, sınırları adil olmayan mevcut cebri ulus devletlerin, sınırları adil olacak şekilde rızaya dayanan sahici ulusal varlıklara dönüştürülmesi gerekir. Her grubun veya ulusal kimliğin egemenliği altında bulunduğu ulus-devletten ayrılmasına ve istediği herhangi bir başka ulus-devlete katılmasına izin verilmelidir. Bu, aynı zamanda, dünyayı daha adem-i merkezî hale getirecek olan yoldur. 19.11.2007

Mustafa Erdoğan'a yanıtımdır:

Sayın Mustafa Erdoğan,

19 Kasım 2007 tarihinde yayınlanmış olan “Ayrılma Hakkı” isimli makalenizi defalarca okuduktan sonra birkaç konuda yardımınıza ihtiyaç duydum. Bu yardımı benden esirgemeyeceğinize yürekten inanıyorum.

İlk olarak; bol miktarda üçüncü tekil ve çoğul şahıs kullanmış olduğunuz makalenizden, sizin yukarıdaki hangi guruba dahil olduğunuzu anlayabilmiş değilim. Beni bu konuda aydınlatırsanız müteşekkir kalırım.

İkinci olarak; bu makalede sizin düşüncenize rastlayamadım. Von Mises şunu demiş, Rothbart bunu söylemiş, bazı yazarlar şunu savunurlarmış; yani makalenin yazarınınki hariç, her görüş mevcut. Üzerine yazdığınıza göre, mutlaka bir fikriniz vardır değil mi? Bu konuda da merakımı giderirseniz çok sevinirim.

Son olarak; makalenizin amacı konusunda büyük bir boşlukta buldum kendimi. Görünürde yazı hiçbir yere varmıyor gibi. Tabii, eğer toplam 7 paragrafta tam 11 kez “ayrılmak”tan söz edişinizi saymazsak. Yanılıyorsam düzeltin lütfen, sanki bana kulakları ve beyinleri “ayrılık” kelimesine alıştırmaya çalışıyormuşsunuz gibi geldi. Yanıldığımı görmeyi gerçekten çok isterim.

Şimdi gelelim şu “kendi kaderini tayin hakkı” konusuna. Sadece günümüzde değil, bundan 88 yıl önce de kendi kaderini tayin hakkının bir gereği olarak, belli şartlar altında, halkların ayrılma hakkına sahip oldukları kabul edilmekteydi. Özellikle Arap ülkeleri bu haklarını kullanarak bizden ayrıldılar ve Türkiye Cumhuriyeti, Türkçe konuşulan topraklar üzerinde kuruldu.

Bütün bunlar olup biterken, makaleniz boyunca dilinizin altında gizli özne olarak tuttuğunuz Kürt halkı, Wilson kurallarında yer alan bu maddeyi Wilson’un da, diğerlerinin de ayağına dolaştırdı ve kendi kaderini Türklerle birlikte yaşamak üzere tayin etti.

O günlerde de tersi için çalışan bazı kendini ve halkını bilmezler vardı ama aklı başında ve vatanına bağlı Kürt halkının çoğunluğu karşısında başarısızlığa uğradılar. Çünkü o gün Ermeni zulmünü çok yakından tanımış olan Kürt halkı, bu kişilerin arkasındaki güçlerin, kendilerinin değil Ermenilerin dostu olduğunun çok iyi farkındaydı. Bu tuzağa düşmenin bağımsız Kürdistan’a değil, Büyük Ermenistan’a yarayacağının, Kürt’ün Türk’ten başka gerçek dostu olmadığının da ayırdındaydı.

Çok şükür ki; aklı başında olan, tarihini bilen Kürt halkının düşüncesinde bugün de bir değişiklik yok. Ancak ne yazık ki, hala kendini ve halkını bilmez bazı işbirlikçilerin faaliyetlerinde de bir değişiklik yok. Bu kişiler hakkında en çok merak ettiğim nokta; tarih bilgilerinin mi yoksa Kürt örgütü olduğunu iddia eden bir örgütün ölü ele geçen Ermeni militanları gibi gerçekte Kürt halkı ile ilişkilerinin mi olmadığıdır.

Ermeni zulmü gerçeği, ne zaman Türk zulmü yalanına dönüştürülmüştür?

Hangi amaçla eski düşman, dost; eski dost ise düşman gibi gösterilmeye çalışılmaktadır?

Yeni Dünya Düzeni’nin bugün yeryüzünde mevcut olan iki yüz devleti, kendi içlerindeki bölünmelerle ilk etapta bin devlete ulaştırmayı planlamakta ve bunu da o ülkelerde yaşamakta olan halkları birbirine düşürerek yapmakta olduğu artık sağır sultanın bile bildiği bir gerçektir. Sizin bu makaleniz de, kanımca buram buram “Yeni Dünya Düzeni” kokmaktadır.

Sizden son ricam, bu düzenin patronlarına bizden selam söylemeniz. Bu halk tarihte de bu oyuna gelmemiştir, bundan sonra da gelmeyecek. Bizler huzur, kardeşlik ve barış içerisinde, birlikte yaşamaya kararlıyız, işte o kadar!

Değer Erbora
degererbora@gmail.com

8 Kasım 2007 Perşembe

AĞLAMAK ÇARE DEĞİL (10 KASIM 2005)

AĞLAMAK ÇARE DEĞİL

Hala başım dönüyor. Ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. Boğazım ağrıyor, konuşsam sesim titreyecek, yaşlar gözlerimden boşanacak biliyorum.

Hayır ağlamayacağım. Ağlamayacağım bu cahil, bu karanlık beyinlerle savaşacağım. Ağlamayacağım.

Daha 10 dakika önce bir iki faturamı yatırayım diye sokağa çıkmıştım. Su faturasını yatırmak için giderken, sokağın köşe başında bulunan bir kuaförün önünden geçiyordum. Dalgın dalgın yürürken gözüme cama yapıştırılmış İngiliz, Alman, Fransız ve daha bir sürü ülkenin bayrağı ile bir de AB bayrağı çarptı. Dalgındım dedim ya, öylesine bakmıştım cama. Yürüdüm geçtim. Biraz ötede ASAT veznesine para yatırırken. aklım başıma geldi birden. O camda bütün Avrupa ülkelerinin bayrakları vardı ama bir tek Türk Bayrağı dikkatimi çekmemişti. “Yok canım” dedim kendi kendime, “Mutlaka vardır, ben görmemişimdir.” Ama içime kuşku düştü bir kere. Dönüşte söz konusu kuaförün önünden geçerken, bu sefer dikkatle baktım camlara. Bir daha baktım… Bir daha…. Yoktu. O camda bir tek Türk Bayrağı yoktu. Bir ara dükkanın ön tarafında bir göndere çekilmiş Türk Bayrağı çekti dikkatimi. Umutlandım. Ama sonra fark ettim ki bu bayrak, yandaki PTT’nin gönderinde dalgalanıyordu.

Daha fazla dayanamadım, içeri girdim. Bir hanım oturuyordu. “Bir şey dikkatimi çekti” dedim. ‘Dükkanın camına AB bayrağı da dahil, bütün Avrupa ülkelerinin bayraklarını asmışsınız, bir tek Türk Bayrağı yok” Hanım, şaşırdı. “Ama biz zaten Türkiye’de yaşıyoruz. Onun için gerek görmedim Türk Bayrağı yapıştırmaya” dedi.

“Bakın” dedim hanıma, “Şayet Türkiye’de yaşamaya devam etmek istiyorsanız, o cama bir de Türk Bayrağı yapıştırmanız gerekiyor” Hanım güldü: “Haaaa, bugün 10 Kasım, ondan böyle konuşuyorsunuz” dedi. Aman Allah’ım! Bu cevaba ne karşılık verilir, insan nasıl sakin olabilir? “Sakin ol” dedim kendi kendime, “Sinirlenmek hiçbir şeyi çözmez”.

“Hayır” dedim “Ben tesadüfen bunu 10 Kasım’da gördüm, onun için 10 Kasım’da söylüyorum. Bu söylediğim her gün için geçerli. Size tavsiyem, hiç zaman yitirmeden oraya bir Türk Bayrağı eklemeniz.” Hanım, “Teşekkür ederim” dedi sahte sahte. Ayrıldım oradan, gözlerime yaşlar hücum etmişti. Sokaklarda ağlamamak için kendimi tuta tuta geldim evime.

Ağlamayacağım hayır… ağlamayacağım… savaşacağım… birkaç gün sonra tekrar gidip bakacağım o cama… hala bir Türk bayrağı göremezsem… tekrar uyaracağım…. o, kış uykusundan uyanana kadar uyaracağım… o camda bir Türk bayrağı görünceye kadar uyaracağım… hala bir sonuç alamazsam gidip, o cama bizzat bir Türk Bayrağı yapıştıracağım.

Zaten doluyum, zaten içim yanıyor, Türk Kara Kuvvetlerinin brövesinden Atatürk’ün resminin kaldırılıp yerine sıradan bir miğfer konmasına. Hiç beklemediğim bir yerden yara almışım zaten, hanım bari sen yapma. Git as şu bayrağı, beni daha fazla kahretme.

Değer Erbora
degererbora@gmail.com

NOT: Uzun süreli bir mücadele oldu ama artık o kuaförün camında sadece Türk bayrağı asılı:)

7 Kasım 2007 Çarşamba

BU SEFER DE MEHMET ALTAN'A YANIT (EKİM 2007)

Aşağıda ilk olarak Mehmet Altan'ın II. Cumhuriyet ve Anayasa isimli makalesini ve daha sonra da benim kendisine yazdığım yanıtı bulabilirsiniz.



İkinci Cumhuriyet ve Anayasa - Mehmet ALTAN:

Şimdi tepiniyorlar:
- İkinci Cumhuriyet olmasın.

İkinci Cumhuriyet ne?
Cumhuriyetin demokratikleşmesi.

Tepinenlerin derdi ne?
Altı Ok’çu cumhuriyet.
İçinde halk egemenliğinin bulunmadığı, demokratik kuralların işlemediği, çoğulculuğun dışlandığı tek parti dönemi...

***

Soruyu şöyle de sormak mümkün:
- Demokrasi mi olsun, Kemalizm mi?

Bulanık suda avlanmak istediklerinden kavramları hep çarpıtıyorlar. Biz de o kavramları berraklaştırmaya uğraşıyoruz.

Mustafa Kemal Atatürk buranın tarihsel bir lideridir, Kemalizm tek parti zihniyetidir, demokrasi ise halk egemenliği ve çoğulculuktur.

Kemalizm’de ‘demokrasi’ yok... Ama demokrasilerde ‘Kemalist görüşlere’ yer var. Ama onlar ‘illaki demokrasi olmasın’ diye tepiniyorlar.

Bu halk düşmanlığının sebebi ne?

Niye demokrasiye bu kadar karşısınız?

***

Sağlıklı bir ülkede, ‘Batı standartlarında gelişmiş bir hukuksal yapı, bunun güvencesi altındaki bir katılımcılık ve çoğulculuk bizim toplumsal sorunlarımızı çözer, bu nedenle cumhuriyeti tek parti özelliklerinden arındıralım, demokrasiyle taçlandıralım’ diyene zorlama manşet, ısmarlama yazıyla suni ve anlamsız bir muhalefet olur mu?

Üstelik bunlar güya modern...

Üstelik bunlar güya Batılı...

Ama ‘halk’ deyince, tüyler diken diken. Halkımızı beğenmiyorlar.

Ülkeyi yıllarca iç sömürge mantığıyla yönet...

Zenginleşmeyi ve özgürleşmeyi rafa kaldır...

AB standartlarından dört bin noktada geri bırak...

Ülkeni geriliğe ve çağdışılığa mahkum et...

Sonra da ‘ şarap içiyorum demek ki çağdaşım’ de.

Çağdaşlık mideden değil beyinden geçiyor. Ama bunu anlamak için galiba insanın beyninin midesinden büyük olması gerekiyor.

***

Türkiye Cumhuriyeti askeri bir cumhuriyettir... Cumhuriyetin temel mutabakatı ‘asker ve sivil bürokrasiye’ dayanır. 1982 Anayasa’sının dünyadaki gelişimin tersine ‘bireye karşı devleti koruması’ bu yüzdendir... 1913 yılındaki geçici olarak konan ‘memurin muhakemat’ yasasının bir türlü kaldırılmaması da bu yüzdendir... 27 nisan muhtırası da bu yüzdendir...

Temel korku şu: ‘Aman halk yönetimde söz sahibi olmasın.’

Ne olsun?

Birinci cumhuriyet olsun.

Ne olsun?

İçinde demokrasiyi barındırmayan Kemalist cumhuriyet olsun. Devlet eliti, halka ‘başöğretmenlik’ adı altında zorbalık eylesin.

***

Türkiye, bürokratik elitin başında boza pişirmesine bu kez çok güçlü ama aynı oranda bilinçli bir
şekilde ‘dur’ dedi. İlk defa ‘bürokratik elite’ öykünmeyen... Geldiği ortama sırt çevirmeyen... Olduğu gibi duran insanlar, ‘birinci cumhuriyetin halka yasak olan alanına’ girdi. Türkiye normalleşme ve demokratikleşme yolunda ciddi bir adım attı.

***

Bu kalıcı olacak mı?

Yeni anayasaya bağlı.

Halk egemenliğine dayalı...

Eski asker-sivil bürokrasi iktidarını tamamıyla ortadan kaldıran... Tek parti zihniyetine son veren... AB standartlarında temel hak ve özgürlükleri kalıcı hale getiren... Demokrasiden başka zihniyete imkan vermeyen bir anayasa olacak mı, olmayacak mı? Olabilirse... Bu, ‘İkinci Cumhuriyet’in... Ve gerçek demokrasinin başlangıcı sayılabilir.

***

Devleti oluşturan hukuksal yapıdaki ‘temel mutabakatın’ değişmesi... Bürokratik elit egemenliğinin yerine halk egemenliğinin konması... Cumhuriyetin kesinkes demokratikleşmesi... İkinci Cumhuriyet’e geçilmesi... Bu, Türkiye’nin büyük dönüşümünü sağlar.

Zengin ve özgür bir ülke olabiliriz. Hem iç... Hem de dış şartlar açısından böyle bir imkan var. Bir yandan AB sürecini hızlandırmak, öte yandan cumhuriyeti demokratikleştirmek mümkün.

Yeter ki halkın beyan ettiği iradeye uygun bir siyasal kararlılık olsun.

O zaman bu ülke mutlu olacak. Mutlu olmayacaklar da var tabii. Onlar da emekliliğin yalnızlığında şaraplarını içerken birkaç damla gözyaşı dökerler. Belki o yaşlar biraz temizler ruhlarını.

18.09.2007

Mehmet Altan'a Yanıtımdır:

Sayın Mehmet Altan,

Size bu yanıtı “İkinci Cumhuriyet ve Anayasa” başlıklı makalenizi okuduktan sonra yazmaya ihtiyaç duydum.

Duydum, çünkü ola ki biri çıkar, kazara yazdıklarınıza inanır, beyni bulanır maazallah!

Kavramları çarpıtmaktan söz etmişsiniz de; onları sizden iyi çarpıtmak mümkün mü Mehmet Bey?

Ama doğal tabii, kişi karşısındakini nasıl bilir? Kendi gibi. Değil mi?

Oysa ki, gerçekte suyu bulandıran da, o bulanık su da avlanan da sizlersiniz Mehmet Bey?

Bizler bunu çoktan fark ettik, siz daha edemediniz mi? Çok yazık.

* * *
Kim olursa olsun Mustafa Kemal Atatürk’e dil uzatabilmek için önce onu anlaması gerekir.

Görüyorum ki; siz bu konuda oldukça umutsuz durumdasınız.

Size güneşin balçıkla sıvanamayacağını anlatmadılar mı hiç?

Halkı kul olmaktan çıkarıp, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” diyen, ona seçme ve seçilme hakkını veren kimdi?

Sizin İkinci Cumhuriyetçiler mi?!

Hangi akıl, hangi mantık, hangi vicdan bu hakkı milletine tanıyan bir liderin ideolojisini, demokrasi kavramının karşısına oturtur ve onun zıt anlamı gibi göstermeye çalışabilir?

* * *

Tek parti, Atatürk’ün zihniyeti değildir.

Atatürk, defalarca ülkeyi iki partili sisteme geçirmeye teşebbüs etmiş ama her ne hikmetse, her defasında bu ikinci parti, Cumhuriyet karşıtlarının, hilafet yanlılarının yuvası olup çıkmıştır.

O karşıtlar, zamanında Cumhuriyet’in adını ağızlarına almıyorlardı.

Görüyorum ki, bugün biraz ilerleme kaydetmişler.

Ancak yine de, başına birinci, ikinci diye tanımlar koymadan “Cumhuriyet” diyemiyorlar.

Hadi onu da geçelim; şöyle açık açık, rahat rahat bir “Türkiye” bile diyemiyorlar.

“Bura” dediğiniz neresidir Mehmet Bey?

Bu ülkenin adı Türkiye’dir, rahatça söyleyebilirsiniz, korkmayın çarpılmazsınız!
* * *

Tek parti zihniyeti deyip duruyorsunuz ya, Allah gözünüzü doyursun!

1999 seçimlerine katılan parti sayısı yirmi, 2007 seçimlerine katılan parti sayısı ise on dörttü.

Üstelik bu son seçimde dünya kadar parti de katılmamayı tercih etti.

Hangi tek parti zihniyetinden söz ediyorsunuz?

Son seçimlerde her üç milyon seçmene bir parti düşüyordu, farkında mısınız?

* * *

Kısacası bizlerin demokrasi ile bir sorunu yok, üstelik demokrasiyi ortadan kaldırmaya çalışanlara yetecek kadar çok demokrasi var bu ülkede, merak etmeyin.

Zaten “daha çok demokrasi” diye tepinenlerin derdi de, demokrasi değil üniter devlet yapımız.

“Demokrasi halk egemenliği ve çoğulculuktur” diyorsunuz, çok doğru söylüyorsunuz.

Atatürk’ün halkına verdiği egemenlik, halk oyunu kullanabildiğine göre hala yerinde duruyor.

Son seçimlere 14 parti girdiğine göre parti sayısı açısından da bir çoğulculuk sorunumuz yok.

O zaman sorun nedir?

Sorun, toplumu oluşturan unsurların “çok”luğudur, mozaik anlamda çoğulculuktur.

Niye satır aralarına gizliyorsunuz ki?

Çekinmeden dile getirebilirsiniz, önüne gelen öyle yapıyor nasıl olsa.

Ancak şunu da aklınızdan çıkarmayın, o çok beğendiğiniz AB ülkelerinden Fransa’da yaşayan farklı etnik gurupların nüfusu ülkemizdekinden çok daha yüksek olduğu halde Fransa bugün bir mozaik değildir.

Biz ise, hiç değiliz!

Mozaik olmak için etnik gurup nüfusunun ülke nüfusunun en az %35’ini oluşturması gerekir ki, ne kadar uğraşırsanız uğraşın bu yüzdeye ulaşamıyorsunuz.

Bizler de tepiniyorsak, ‘illa ki demokrasi olmasın” diye değil, “hiç demokrasi kılıfının arkasına saklanmayın, ülkemizi böldürmeyiz” diye tepiniyoruz.

* * *

Hiç kimseyi “halkımızı beğenmiyorlar” diyerek kışkırtmaya da kalkmayın lütfen.

Bizim beğenmediğimiz halkımız değil, kendine aydın deyip, onların tertemiz beyinlerini zehirlemeye çalışanlar.

Bu böyle biline!

* * *

Bu ülkeyi yıllarca iç sömürge mantığı ile yönetenleri, zenginleşmeyi ve özgürleşmeyi rafa kaldırmakla, AB standartlarından dört bin noktada geri bırakmakla, ülkeyi geriliğe ve çağdışılığa mahkum etmekle suçluyorsunuz.

Görünüşte çok da haklısınız ama unuttuğunuz bir şey var.

O yöneticiler, bugün çok beğendiğiniz ve önümüzü açacağına inandığınız yöneticilerin hocaları değil miydi?

Demokrat Parti’den itibaren bu ülkenin başına hep gidenin öğrencisi gelmedi mi?

Asıl tek parti zihniyeti bu değil mi?

1938’den sonra, bu ülkede Kemalist bir yönetim olmadı ki, Kemalizm’e ve Kemalistlere yükleniyorsunuz.

Sayın Bekir Coşkun, bir zamanlar çok güzel özetlemişti bu ilişkiyi:

“Demirel Menderes’in su müdürüydü
Özal Demirel’in müsteşarı
Erbakan’ın da milletvekili adayı
Tansul Çiller Demirel’in,
Mesut Yılmaz Özal’ın bakanlarıydı.
Tayip Erdoğan Erbakan’ın yetiştirmesi…”

* * *
Ama sizin asıl derdiniz, ülkenin kötü yönetimi de değil zaten.

Bu, sadece perdeleme araçlarınızdan biri.

Sizin asıl derdiniz askerle?

Neden?

Çünkü üniter devletin koruyucusu.

Derdiniz Kemalizm ile.

Neden?

Çünkü tam bağımsızlığın ülkemizdeki simgesi.

Çünkü bir Kemalist’e AB mandasını asla kabul ettiremezsiniz.
* * *

Zengin ve özgür bir ülke olmak, sizce AB sürecinden mi geçiyor Mehmet Bey?

Bu süreçte Kürdistan, Ermenistan, Pontus vs diye diye toprakları dağıtır, nüfusu küçültür, fabrikalarımızı, şirketlerimizi, madenlerimizi, bankalarımızı, demiryollarımızı, limanlarımızı, varımızı, yoğumuzu satar refah içerisinde yaşarız değil mi?

Babanızın viski kadehini görmezden gelerek, elalemin şarap kadehini eleştirdiğinize göre, alkolle pek aranız yok.

Bu iyi, en azından AB mandasını savunurken, sarhoş olmadığınızı biliyoruz.

Ancak gördüğüm kadarı ile en az Kemalizm, demokrasi, çoğulculuk konularında olduğu kadar ülke refahı ve özgürlüğüne giden yollar konusunda da kafanız fena halde karışmış.

Üzülerek söylemek zorundayım ki; asıl sizin emeklilik vaktiniz gelmiş.

Belki köşenize çekilip, şerbetinizi yudumlarken, biraz düşünmeye zamanınız olur da, temizlersiniz beyninizi.

Değer Erbora
degererbora@gmail.com

YILMAK YOK, YOLA DEVAM (TEMMUZ 2007)

YILMAK YOK, YOLA DEVAM

Hayatım boyunca yaşadığım en büyük hayal kırıklığının ardından, sonunda kendime gelebildim. Gelir gelmez de ilk sorduğum soru, “neden?” oldu. Evet, yüksek bir oy alacağını bekliyorduk ama bu kadarı nasıl oldu?

Bunun önemli bir nedeni, halkı için umut olacak gerçek bir lider bulunmayışı. Gerek seçim çalışmaları süresince gerekse öncesinde liderlerin tek yaptığı AKP’yi suçlamak oldu. Haksızlar mıydı? Yerden göğe kadar haklıydılar ama sadece karşı tarafın suç ve hatalarını ortaya koymakla olmuyor. Bunun yanında kendilerini ve neler yapacaklarını da anlatmaları, halka güven ve umut aşılamaları gerekiyordu. İşte bu yapılmadığı takdirde, halk bunu “karalama” olarak algılıyor ve derhal suçluyu savunmaya geçiyor. “AKP kötü ama sen iyi misin bakalım?” diyor. “Ondan farklı bir şey getirebilecek misin?”

Hoş, çoğu kişi parti programlarını okumadı bile ama okusalardı şunu göreceklerdi. Aklıma gelen ilk üç örneği sayayım hemen. Seçimlerde başa oynayan partilerin tamamı, halka rağmen AB’ye girmeyi hedefliyorlardı. İyi de, bunu zaten AKP yapıyor. Yine tüm bu partiler özelleştirmeyi öngörüyorlardı. AKP bunu da yapıyor; hem de babalar gibi satıyor. ABD’yi stratejik ortak ve müttefik olarak görüyorlardı. Bu konuda da AKP’nin eline kimse su dökemez. Hatta çok desteklenen bir tanesi programına AKP ağzıyla aynen şu cümleyi yazmıştı. “…, demokratik kurallar gereği olarak TSK’nın Milli Savunma Bakanlığına bağlanmasını öngörür”. Öngör bakalım, halk da AKP’yi değiştirmeye gerek görmedi işte!

Başka bir neden ise “cehalet”. Okumayan, araştırmayan, bilgi sahibi olmayan bir güruh, demokrasi adına oy kullanıyor ve ülkenin kaderini belirliyor. “Bu gerçekten adil mi?” diye sormadan edemiyorum kendi kendime. Burada bir parantez açmak istiyorum. Bazı bölgelerde okuma yazması olmayan seçmene ip dağıtmışlar. İpi pusulanın başına iliştiriyorsunuz, geriyorsunuz, ipin bittiği yere mührü basıyorsunuz. Sonuç: PKK sempatizanları mecliste!

Dünyada bir örneği var mıdır bilemiyorum ama artık PKK üyesi olmak suçu ile yargılanmakta ve şu anda cezaevinde yatmakta olan bir hanım milletvekilimiz var! Öcalan posterlerinin açıldığı, Türk bayraklarının yakıldığı mitinglerin sahibi millet vekillerimiz de var. Ama basın ve televizyonda bu konuda “tık” yok. Onlar Baykal’ın istifası ile uğraşıyorlar. Anlaşılan bazı konular, yine gözlerden uzak tutulmaya çalışılıyor. Sözüm ona %10 baraj da bunlar içindi ama ne hikmetse sempatizanlar içeride, birçok parti dışarıda.

Neyse biz tekrar konumuza dönelim. Ne demiştik; diğer neden “cehalet”.

Büyük Ortadoğu Projesini ve eş başkanını anlatmaya çalıştıklarımın gözündeki boş bakış, bana bir işaret olmalıydı aslında. Yeni Petrol Yasası ise tamamen ilgi alanlarının dışındaydı zaten.

İç borç, dış borç vs. tamamen aşıyor kapasitelerini, parmak hesabı yapmadan dört kere beşin kaç ettiğini bulabilirlerse ne mutlu.

Kıbrıs, Rum adası olacakmış; “olsun varsın, Türkiye’de değil nasılsa.”

Ermenistan ile sınırlar açılacakmış; “sınırlar kapalı mıydı ki?”

Bankalar, hayati önem taşıyan tesisler, şirketler, topraklar yabancılara satılıyormuş; “satılsın canım, alıp götürecek halleri yok ya?”

“Peki, ya ekümeniklik çalışmaları?”
“Ha?”
Anlamalarından geçtim, telaffuz edebilseler razıyım.

Bütün bunlar nasıl anlatılır? Anlayabilmeleri için, bir bilgi birikimleri olması gerekir. Oysa karşı tarafın söylemi, doğdukları günden beri aşina oldukları bir konu: DİN. Üstelik cehaletleri bunu anlamalarına engel oluşturmuyor. Anlamadıkları yerde uydurmaya alışıklar nasıl olsa!

Bir zamanlar ihracatında lider olduğumuz tarım ürünlerinin artık ithalatında lidermişiz; aç kalmadan anlamalarına olanak yok.

AKP laiklik için ciddi bir tehdit oluşturuyormuş; ben de amma taktım bu ‘layık’lığa, “adamların bir şey yaptığı yok ki. “

“Hem enflasyon düştü, artık sigortadan ilaç almak için de saatlerce sırada beklemiyoruz.”
“Başka?”
“Dört tane alt geçit yaptılar, artık trafik ışıklarında beklemiyoruz. Geçen hafta da bütün kaldırımları yaptılar.”
“Daha?”
“Daha ne olsun?”

Cahildir ama azla yetinmesini de bilir sevgili halkım!

Ne yapıp edip, acilen eğitmemiz gerekiyor. Anlayabilecekleri bir dille, en basit şekliyle tehlikeyi anlatmak gerekiyor. Tek tek karşımıza alıp, bıkmadan, usanmadan, sinirlenmeden tane tane açıklamamız gerekiyor. Pişman oldukları gün, bizim de “oh olsun” diyecek durumumuz olmayacağına ve kaybettiğimiz gün gidecek başka bir ülkemiz olmadığına göre sonuçlara kızıp, halka küsmenin bize bir yararı yok. Ayrıca oy oranları ile ilgili sorunu da doğru tespit etmek gerekiyor. Buradaki asıl sorun anketlerde % 24 oy alacağı öngörülen CHP’nin %3,5’luk düşüşü mü yoksa AKP’nin %12’lik oy artışı mı?

Televizyon programlarını izlemeye sinirleri dayananlar bilir; köpeklere maskara olduk. Mal bulmuş Mağribi gibi bayram yapıyor ve ulusalcılarla alay ediyorlar. Amerika, Avrupa Birliği, tüm düşmanlar sevinçten uçuyor, tebrik üzerine tebrik yolluyor. Yunanistan, utanmasa zil takıp oynayacak. Bütün bunlar benim de kanıma dokunuyor ama Atatürk’ten bir şey öğrendiysem o da pes etmemek. Son 24 saattir kendi kendime sürekli şu cümleyi tekrarlıyorum. “Hattı Müdafaa Yoktur, Sathı Müdafaa vardır.”

Evet, bu satıhta mağlup olmuş olabiliriz ama bulabildiğimiz en yakın satıhta, tekrar mevzii alıp, savunmaya devam etmek zorundayız. Geldikleri gibi gitmelerini istiyorsak, buna mecburuz.

Saygı ve sevgilerimle,

Değer Erbora
degererbora@gmail.com

ERMENİ YALANINI SAVUNAN BİR ABD SENATÖRÜNE YANIT (9 MART 2007)

Amerika'da Ermeni yalanını savunan bir senato üyesine göndermiş olduğum mektubun Türkçe ve İngilizce metni aşağıdadır.


Bayan Eshoo,

Atalarımızın, 1915 yılında Osmanlı topraklarında yaşayan tüm Ermeni vatandaşlarını soykırım amacı ile tehcire tabi tutup; yollarda 1,5 milyon Ermeni’nin ölümüne neden olduğunu, bunun da bir soy kırım olduğunu iddia ediyorsunuz. Ancak Barış Konferansında Ermenileri temsil eden Ermeni Heyeti Başkanı Boghos Nubar Paşa öyle söylemiyor.

Boghos Nubar Paşa’nın ne söylediğine bakmadan önce Osmanlı Resmi İstatistiklerine göre 14 Mart 1914 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu’nun Toplam Nüfus durumuna bir göz atalım.

Müslüman 15.044.846
Rum 1.792.206

Ermeni 1.294.851
Musevi 187.073
Bulgar 14.908

Süryani 65.503
Geldani 13.505
Nesturi 8.091
Diğer Unsurlar 99.325

Bu resmi rakamlar, çok güvenilir; çünkü devlet, bu istatistiklere bakarak Ermeni vatandaşlarından vergi almaktadır.

Evet, şimdi gelelim Boghos Nubar Paşa’ya. 1915 tehcirinden 3 yıl sonra, Paris’te Ermeni Delegasyonu Başkanı Boghos Nubar Paşa, Fransa Dışişleri Bakanlığına başvurup, tehcir edilen Ermeniler için yardım istiyor. Fransa Dışişleri Bakanlığı tehcir edilen ve yardıma muhtaç Ermenilerin sayısı hakkında bilgi istiyor. Boghos Nubar Paşa, şu yazıyla cevap veriyor:

“Ermeni Delegasyonu Başkanı Boghos Nubar Paşa’dan
Fransa Dışişleri Bakanlığı Görevlilerinden Elçi M. Gout’a Yazı
Paris, 11 Aralık 1918

Aziz Elçim,
Arzunuz üzerine, Türkiye’den tehcir edilmiş ve halen tam bir yoksulluk içinde ve acilen yardıma muhtaç durumda olan mültecilerin tahmini sayılarını size sunmakla onur kazanırım.

Kafkasya’da 250.000 kişi bulunuyor
İran’da 40.000 kişi bulunuyor
Suriye – Filistin’de 80.000 kişi bulunuyor
Musul – Bağdat’da 20.000 kişi bulunuyor
____________________________________
TOPLAM 390.000 kişi bulunuyor

Tehcir edilenlerin toplam sayısı 600.000 ila 700.000 olarak tahmin ediliyor. Size verdiğim rakamlar, halen Müttefik askerlerince fethedilmiş yerlerdeki sağ olanları göstermektedir. Çöle dağılmış olan diğer tehcir edilenler hakkında ise bugüne kadar hiçbir bilgi alınamadı.
Yüksek saygılarımın teyidini lütfen kabul buyurunuz Aziz Elçim.

İmza: BOGHOS NUBAR”


Bu mektuba göre:
- Türkiye’den tehcir edilen Ermenilerin toplam sayısı 600.000 ile 700.000 arasındadır. Yani iddia edilenin aksine Osmanlı topraklarında yaşayan 1,3 milyon Ermeni’nin tamamı değil sadece yarısı sürgüne gönderilmiş, diğer yarısı ise yerinde kalmıştır.

- Boghos Nubar Paşa’nın raporuna göre; tehcir edilen 6-700 bin Ermeni’den 390.000’i, tehcirden 3 yıl sonra hayattaydı; İtilaf Devletlerince işgal edilmiş topraklarda yaşıyorlardı.

- Tehcir edilenlerden geri kalan 200-300.000 Ermeni ise çeşitli yerlere dağılmıştı ve onlara “henüz ulaşılamamıştı.” (Kayıp olanların hepsi ölmüş olsa, ölü sayısı taş çatlasın 200 veya 300 bindir. Hangi 1,5 milyon Ermeni’den söz ediyorsunuz? Bu insanlardan mutlaka yolda saldırıya uğrayanlar olmuştur ancak bir o kadar da salgın hastalık, açlık, yorgunluk söz konusudur.)

- 1918 sonunda, yani Mondros Mütarekesi’nden hemen sonra durum buydu.

Bundan başka, Büyükelçi Morgenthau, Ermeni Protestanları vekili Zenup Bezciyan ile görüşmesine yer verdiği hatıralarında “Yarım Milyon Ermeni’nin nakledildiğini ve bunların, yerleştikleri yerlerde işlerini kurup, hayatlarını kazanmaya başladıklarının ifade edilmesinden büyük hayrete düştüğünü” belirtmektedir

Ayrıca, Birinci Dünya Savaşı sonrası, Amerika’nın Kafkas berisi ülkelerde kurmak kararında olduğu Manda’nın, yoklamasını yapmak için General Harbord başkanlığında bir heyet kurulur ve heyet Suriye, Anadolu dahil, bütün Kafkas berisi ülkeleri (Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan) dikkatle gezer, buralarda yaşayan insanlarla tek tek konuşarak bir rapor hazırlar. Bu raporun adı Harbord Raporu olarak geçer.

İşte bu rapor, Rus ordusunun çökmesi üzerine, Bolşevikleri arkalarına alan Ermenilerin; Kürtlerin ve Türklerin evlerini yağmalamalarından söz ediyor. Erzurum’da, Hasankale’de Türk evlerinin, içindeki insanlarla birlikte yakıldığını kaydediyor.

Ayrıca, Rus istilası sırasında Ermeni cinayetlerinden kurtulmak için, Diyarbakır üzerinden Halep ve Adana yolu ile Konya’ya ve Erzurum-Erzincan’dan Sivas’a sığınan Türk göçmenlerinin gösterdikleri sefalet manzarası, Ermenilerin tehcir sırasında gösterdiklerinden az değildir. Fakat o biçareler, Müslüman oldukları için, Alman ve Amerikalı misyonerler, onlar için raporlar yazmadı. Onların sefalet ve felaketini edebi bir dil ile anlatmak gereğini vicdanında duymadı.

Trabzon, Van, Bitlis, Erzurum vilayetlerinin, Ruslar tarafından istilası sırasında oralarda yaşayan Türklerden acaba ne kadarının, Ermeniler tarafından barbarca cinayetlerle öldürüldüklerini ve ne kadarının, hicret sırasında yok olduğunu bilen var mı? İşte biz haber verelim ki, bu yüzden ölen Türkler, muhakkak bir buçuk milyonu geçer… Ermeni ölümlerinden Türkler sorumlu oluyor da Türk ölümlerinden ve sefaletten Ermeniler niçin sorumlu olmuyorlar?!

İsyanları çıkaran ERMENİLER…

Köyleri basıp insanları kesip, öldüren, kadınların ırzına geçen ERMENİLER…

Düşmanla işbirliği yapan ERMENİLER…

Osmanlı’ya karşı düşmana casusluk yapan yine ERMENİLER!..

Savaş zamanında tüm bunların cezası, dünyanın her yerinde kayıtsız şartsız İDAM’dır.

Oysa hükümetimiz, İDAM yerine TEHCİR’i tercih ediyor.

Üstelik 5 cephede savaş verirken, askere en ihtiyacı olduğu bir dönemde, tehcir edilenlerin başına korunmaları için asker tahsis ediyor. Askeri aç ve parasız savaşırken, tehcir edilenlere aş sağlıyor.

Binlerce insanın bir yerden başka bir yere göçmesi, savaş koşulları içinde elbette çok zahmetli, elbette çok güçtü!

Ancak cezalandırılan insanın, zor koşullar içinde olması doğaldır!

90 küsur yıl önce olmamış bir soykırımı olmuş gibi göstermeye çalışan sizlerin daha 15 yıl önce Ermeniler tarafından Hocalı halkına yapılan, tüm tanıkları hayatta olan bir katliamı neden görmezden geldiğiniz benim için büyük merak konusudur. Asıl bu vahşetin ve bu vahşet karşısında gösterdiğiniz duyarsızlığın hesabını vermelisiniz.

Darfur’daki tatsız manzara ile yaşadığınız “trajedi” arasındaki benzerliklere değinmişsiniz. Çok haklısınız. Arada çok net benzerlikler kesinlikle mevcut:

1) Darfur’da da, Osmanlı’da da halkların arasını açmak için yabancı kışkırtması var.
2) Darfur’da da, Osmanlı’da da misyonerler ortalıkta kol geziyor.
3) Yabancılar, her ikisinde de yer altı zenginliklerinin peşindeler.
4) Darfur’da kabileler arası birlik yok, biri diğerini sevmiyor. Siz de Osmanlı’da birlikte yaşamakta olduğunuz halkları sevmiyordunuz.
5) Oradaki olaylar batının göstermeye çalıştığı kadar abartılı değil, aynı sizin isyanları çıkartıp çıkartıp, insanları öldürüp öldürüp sonra da Osmanlı bizi kesiyor diye feryat etmenize benziyor. Aynı İngiltere’nin sizin bu tezinizi inanılır kılmak için düzmece belgeler, kitaplar hazırlamasına benziyor. Ne var ki, o sahte belge ve kitaplar, suçladığınız insanları mahkemeye çıkartmaya bile yetmedi. Sıcağı sıcağına yargılayacak kanıt bulamadığınız insanları hangi mantıkla bugün yargılamaya kalkıyorsunuz?




Turkey, 09.03.2007


Ms. Eshoo,

You are claiming that the fathers of Turks to exile all the Armenian citizens who had lived on Ottoman territory with the intention of genocide and caused the death of 1,5 million Armenian people on the way in 1915 and according to you it was a genocide. But the chief of Armenian committee Boghos Nubar Pasha who represents the Armenians at the Peace Conference, doesn’t say like that.

Before listening Boghos Nubar Pasha, let’s glance to the total population case of the Ottoman Empire on March 14, 1914, according to the official statistics.

Moslem 15.044.846

Greek 1.792.206
Armenian 1.294.851

Jew 187.073
Bulgarian 14.908
Suryani 65.503
Geldani 13.505
Nesturi 8.091
Others 99.325

These official numbers are the most reliable ones because the goverment was taking tax from the Armenian citizens, taking into consideration these statistics.

Now, we can listen Boghos Nubar Pasha. 3 years after the 1915 exile, the Armenian Committee Chief Boghos Nubar Pasha, had applied to Ministry of Exterior of France in Paris and demanded aid for the Armenian people who had been exiled. The Ministry of Exterior of France had wanted the knowledge about the number of Armenian people who had been exiled and needed help. Boghos Nubar Pasha, replied them with this letter:

“A letter from the Chief of Armenian Committee Boghos Nubar Pasha
to Ambassador M. Gout, the competent the Ministry of Exterior of France
Paris, December 11, 1918

My dear Ambassador,

I feel honoured to inform the approximate numbers of the refugees who had been exiled from Turkey and still in a complete poverty and need help at once, on your wish.

In Caucasus 250.000 person
In Persia 40.000 person
In Syria – Palestine 80.000 person
In Musul – Bagdad 20.000 person
____________________________________
TOTAL 390.000 person

It is estimated the total number of the people being in exile between 600 000 or 700 000. The numbers which I gave you, show the people who is alive on the territory where was conquered by the Allied soldiers. It was not possible to get any information about the ones who had been scattered to the desert until today.

Please accept my high respects, my dear ambassador.
Signature: BOGHOS NUBAR”


According to this letter:
- The total number of the Armenians who had been exiled from the Turkey, is about 600.000 or 700.000. That is, contrary to your claim, not all but only half of the Armenians who lives on the Otoman territory, had been exiled; the other part had stayed in their place.

- According to the report of Boghos Nubar Pasha; after 3 years from the exile 390.000 of the 6-700.000 Armenian people were still alive and lived on the territory which had been conquered by the Allied soldiers.

- The rest 200 – 300.000 had been scattered to various places and could not have been reached them “yet”. (Even if all the lost ones had died, the number of the died people would be about 200 or 300.000. Which 1,5 million dead Armenian people you are talking about?! There must have been some people who had been attacked but mainly, they were the victims of contagious desease, starvation and fatigue.)

- This was the case at the end of 1918, just after Mondros Armistice.

Apart from that, Ambassador Morgenthau, who gave place to his meeting with Zenup Bezciyan, the represative of Armenian Protestants, in his memories, had written that he had been amazed by hearing about the transportation of half million Armenian people and their starting to work and begining to earn their living in the places where they settled down.

After the 1st World War, General Harbord visits Syria, Anatolia, Azerbaijan, Armenia and Georgia for exploring and deciding about prospect of American mandates with his committee and writes his report by talking local people one by one. The name of this report is “Harbord Report”

This report, mentions the collapse of Russian Army, the Armenians takes Bolsheviks behind them and plundered the houses of Kurds and Turks. It records that houses had been burned with the Turkish people inside, in Erzurum and Hasankale.

Apart from that, during the Russian invasion the Turkish immigrants’ misery was not less than Armenian people’. They were escaping to save their lives from the Armenian massacre. But they were Muslims so German and American missioners did not write reports about those poor people. They did not need to tell their misery and catastrophe.

During the Russian invasion at the provinces of Trabzon, Van, Bitlis, Erzurum; is there anybody who knows howmany Turkish people had been killed by the barbarian massacre of Armenians and howmany Turkish people perished during the emigration. Now, we inform that, their number to be more than 1,5 million. The Turks is becoming responsible of the Armenians’ death but why the Armenians don’t have any resposibility about the death and misery of the Turks?!

Who did put out the rebellions? ARMENIANS…

Who did attack the Turkish villages; cut the people and raped the women? ARMENIANS…

Who did collaborate with the enemy? ARMENIANS…

Who did do the espionage against Ottomans? ARMENIANS again….

During the war, the punishment all of these offence is certainly EXECUTION all over the world.

Whereas our goverment prefer the EXILE, instead of the EXECUTION.

Besides, there were war at 5 different battlefield. When the government needs soldier at the most, they assigned soldiers to ensure the security of Armenian refugees. While Turkish soldiers were battling in hunger and without money, goverment ensured food to the refugees.

Of course, it was very troublesome, very difficult to migrate thousands of people under the war conditions!

But it is normal to be in a difficult situation for a person who is punished!

I’m very curious, how can you ignore the massacre you have done in Hodjalı only 15 years ago; while you are trying to accuse the Turks with a genoside tale for 90 years, allthough all the witnesses of the Hodjalı massacre are still alive. First of all you must explain this barbarism and the insensitivity which you show towards this barbarism.

You had mentioned about the similarity between the bleak landscape of Darfur and your “tragedy”. You are just right! There are many clear similarities between the two:

1) There is a foreign provocation to spoil people’ relation both in Darfur and Otoman Empire.
2) Missioneries are around everywhere both in Darfur and Ottoman Empire
3) Foreigners run after the subterranean wealth in both of them.
4) There is no unity between the tribes in Darfur. They don’t like one another. You also didn’t like the other people which you live together on the Ottoman territory.
5) Their case is exaggerated by the foreigners. It reminds me of your revolting and killing people and then wail out as if you are being killed by the Ottomans. It reminds me England’s concocted false documents and books to support your story. Whereas those false documents and books were not enough to take the people you accused to court. How can you judge the people today even though you couldn’t find any evidence to do it 90 years ago?
Sincerely,
Deger Erbora
degererbora@gmail.com

TELEVİZYON DİZİLERİNDEKİ SİNSİ MESAJLAR (7 NİSAN 2006)

Sayın Cumhurbaşkanım,

Her geçen gün biraz daha ciddiyet göstermeye başlayan bir konu ile ilgili size yazmak ihtiyacını duydum. Bu konu ile ilgili olarak sizi rahatsız etmemin sebebi, en fazla saygı ve güven duyduğum şahsiyet olmanızdır.

Sayın Cumhurbaşkanım, kısa bir süre öncesine kadar televizyon seyretmeyen, yapacak daha önemli işleri olan bir Türk vatandaşıydım. Ancak son zamanlarda televizyon dizisi adı altında öyle yılan propagandaları yapılıyor ki, televizyon seyretmek benim için en önemli iş, adeta görev oldu. Ancak ne yazık ki çoğu vatandaş gibi hoş vakit geçirmek için seyredemiyorum bu dizileri, bu sefer hangi sinsi mesajları verecekler diye bir hafiye misali tetikte geçiyorum ekran karşısına. Artık kendi halinde yaşayan vatandaşa verilmeye başlanan mesajlar, öyle tehlike içermeye başladı ki; ben de bu mektubu size yazmaya ihtiyaç duydum.

Önce aşiret dizileri ile başladılar. Ardından Kanal D’nin “Yabancı Damat”ı geldi. Milli Mücadele’de Yunanlılarla çarpışmış olan eski bir asker olan ailenin dedesini bile, koyu bir Türk düşmanı olan Rum kokanasına aşık ettiler. “Önyargılarını” aştıkları gün de, birleştireceklerine eminim. Ama bu ailelerin gençleri önyargıları çoktan aşmışlar ki; her türlü engele rağmen evlenip, çoluk çocuğa karıştılar.

Arkadan “Kırık Kanatlar” geldi. Milli Mücadele yıllarında geçmekte olan dizinin geçen akşamki bölümünde “gözü dönmüş ve önyargılı” Türk kasaba halkı; masum üç Türk kızının evine, bir Yunan askerini sakladıkları gerekçesi ile baskın yapıp, kızları kasaba meydanında taşladılar. Kızları korumak isteyen bir kasabalı, bu kızgın kalabalık tarafından öldürüldü. Kızlar, bu Yunan askerinin Türk askerine kurşun sıkmak istemediği için kaçıp, onların evine saklandığını söylediler ama kimse inanmadı.

Bu kadar “dost” Yunan propagandası üzerine merak ediyorum; limanlarımızdan ve SEKA’dan sonra Yunanlılar Kanal D’nin hisselerini aldı da, bizlerin mi haberi olmadı acaba?

“Kırık Kanatlar” dizisinin devamında taşlanmakta olan kızların imdadına iki Türk subayı yetişmişti ki; bir yanlış anlamadan dolayı bu subaylardan biri, kızlara yardıma koşmakta olan muhtarın oğlunu öldürdü. Bu olaydan sonra çıkarıldığı mahkemede subaylıktan alındı. İlk beş saniye yıkıldı ama sonra bu üç kızdan biri olan ve önceden beri sevip de bir türlü açılamadığı Ayşe’yi alıp köyüne götürüp, onunla evlenip, çoluk çocuğa karışmanın hayallerini kurmaya başladı. “Bir milli mücadele subayı ki; aşkını görevinin önünde tutuyor”.

Derken, Show TV’de başka taraftan propaganda yapmaya başladı. Geçtiğimiz hafta Cüneyt Ülsever’in “Hacı” isimli romanından uyarladıkları aynı adlı diziyi yayına soktular. Hani şu, Türkiye’nin Türklere bırakılamayacak kadar önemli coğrafya olduğunu söyleyen yazar.

Dizide yazarın çizmiş olduğu karakterleri çok kısaca tanıtmak gerekirse:

Hacı : Dindar, Atatürkçü ve zengin iş adamı.
Zarife : Hacının hanımı. Başına başörtüsünü şöyle bir atıyor. Karı koca birbirlerine büyük bir sevgi ve şefkatle bağlılar.
Faruk : Hacının kardeşi. İçki, kadın her şey onda. Ankara’da müteahhit. Hacı ile öz kardeşler ama tamamen zıt karakterler.
Hacının büyük oğlu : Üniversiteyi Amerika’da okumuş. Yine Amerika’da eğitim gören bir Türk kızı ile evlenmiş. Çok modern bir çift. Gelinin başı açık. Canan isimli küçük bir kızları var.
Ahmet : Hacının küçük oğlu. Tam bir yobaz. Sakallı, takkeli. Sahte bir şeyhin yörüngesinde. Cuma namazı çıkışlarında devlete ve ABD’ye karşı söylevler veriyor. Yaptığı konuşmada yeşil renkli bayraklar dalgalanıyor. Hacı, bu oğluna çok kızıyor. 1. bölümün sonunda Ahmet şeytan olarak gördüğü, başı açık yengesini vurmak üzereyken, şans eseri oradan geçmekte olan Albay’ı görüyor ve şimdilik bu işi erteliyor.
Hacının kızı : Türbanlı bir üniversite öğrencisi. Ama bağnaz değil, türbanı da siyasi değil. Üniversiteye girerken diğer kızlar bir köşede gizli gizli başlarına peruk takarken o, aynı şeyi protesto amaçlı olarak, kapıdaki görevlilerin gözünün içine baka baka yapıyor. Bu yaptığı üniversitenin kız öğrencileri tarafından şaşkınlıkla, erkek öğrencileri tarafından ise hayranlıkla karşılanıyor.

Gördüğünüz gibi ailede her tür insan var ve hiçbiri birbirine benzemiyor.

Bir de kasabanın Albay’ı var. Koyu Atatürkçü. Bu dindar aileye, hatta ailenin modern üyelerine bile büyük bir önyargı ile bakıyor. Onun gözünde hepsi bir. Hacının sakalı bile ona batıyor. Oğlunun, bu ailenin küçük kızı ile aynı sınıfta okumasından da rahatsızlık duyuyor. Okulun açılış törenine türbanı ile gelen Hacı’nın kızına çok kötü bakıyor, okul kürsüsünden yaptığı konuşmasına Atatürk ile başlıyor, Atatürk ile bitiriyor. Bu arada kıza hala çok kötü bakıyor. Kız, tedirgin oluyor. Albay konuşmasını bitirdiğinde ise onu ilk alkışlayan bu türbanlı kızın yeğeni, küçük Canan oluyor. İkinci bölümde Albay’ın hanımı, eşinin tüm itirazlarına rağmen küçük Canan’a keman dersi vermeye başlıyor. Albay’ı evde gören küçük Canan, onu Atatürk zannediyor. Albay’a hayranlıkla bakıp, hazır ola geçiyor.

Tüm bu tanıtım şunun içindi. Dizideki tüm karakterler içerisinde saplantılı ve ön yargılı kişiler olarak, sadece iki kişinin altı çiziliyor. Biri sahte şeyhin yörüngesindeki, irticai örgüt üyesi küçük oğul Ahmet, ki başı açık yengesini öldürmeye kalkışacak kadar gözü dönmüş. Diğeri de “Atatürk” saplantılı Albay.

Ve artık sabrımın taşmasına ve size bu mektubu yazmama sebep olan sahne. Bir muhabir kız, Ankara’dan Kayseri’ye gidip, Hacı ile söyleşi yapıyor. Yapılan söyleşide Hacı’nın Atatürkçü olduğunu görüyoruz. Muhabirimiz yayın kasetinin kurgusunda bizzat bulunuyor, kaset yayına hazır hale geldiğinde, işi bittiği için gönül rahatlığı ile televizyondan ayrılıyor. Ancak muhabirimiz gittikten sonra, kanal yetkililerinden biri kasetin yeniden kurgulanmasını emrediyor. Söyleşi yayınlandığında herkes donup kalıyor. Çünkü yeniden kurgulanan kasette Hacı’nın sözleri cımbızla ayıklanarak, gerçekte söylediklerinin tam tersini söylemiş ve Atatürk’e kin kusmuş olarak halka sunuluyor. “Ahlaksız basın”, Atatürkçü, dindar bir iş adamını, “Atatürk karşıtı bir yobaz” olarak halkın önüne çıkarmış oluyor.

Birtakım gerçekleri çarpıtmalarına alışık olduğumuz basınımız, artık kendisini anlatırken de kendi gerçeğinin yönünü çarpıtmaya başladı.

Artık çığırından çıkan ve ifade özgürlüğü süsü verilerek, açıkça yapılmakta olan bu yılan propagandası sorununu dile getirecek bir makama ihtiyaç duyduğumda, gerçekten ülkesinin yararını düşünen ve bu yolda da asla duruşunu değiştirmeyen ve ülkemizin temel direği olarak gördüğüm bir yönetici olarak size yazmaya karar verdim. Konuya gereken önemi vereceğinize inanıyor, böyle bir konuda çaresiz kalıp sizi rahatsız ettiğim için tekrar özür diliyorum.

Sonsuz saygılarımla,

A.Değer Erbora
(07 Nisan 2006)

Not: Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'di. Aman ha, yanlış anlaşılmasın:)

PARDON! (TEMMUZ 2007)

PARDON!

Günlerdir bekliyordum, şu Sebahat Tuncel konusuna dokunacak yürekli birini. Hanım, önce millet vekili seçiliyor, sonra tahliye oluyor, DTP’lilerce davul zurnayla karşılanıyor, dokunulmazlığını kazanıp, doğru Meclis’e gidiyor. Bu nasıl oluyor?

Bakıyoruz Milletvekili Seçim Kanuna, 10. madde 25 yaşını dolduran her Türk vatandaşı milletvekili seçilebilir diyor.

Geçiyoruz 11. maddeye; kimlerin milletvekili olamayacağını şöyle düzenliyor.

a) İlkokul mezunu olmayanlar,
b) Kısıtlılar,
c) Yükümlü olduğu askerlik hizmetini yapmamış olanlar,
d) Kamu hizmetinden yasaklılar,
e) Taksirli suçlar hariç, toplam bir yıl veya daha fazla hapis veya süresi ne olursa olsun ağır hapis cezasına hüküm giymiş olanlar, (Taksir: Dikkatsizlik, tedbirsizlik, meslekte acemilik veya düzene, buyruklara ve talimata uymazlıktan doğan kusurlu olma durumu)
f) Affa uğramış olsalar bile; … terör eylemlerinden mahkum olanlar…

Şimdi Sebahat Tuncel’in milletvekili olmasına nasıl izin verildiğini anlamaya çabalıyorum. PKK üyesi olmaktan tutuklu olarak yargılanıyor. Şu “yargılananlar” değil de “mahkum olanlar” ibaresinden faydalanmış olsa gerek. Yargılamanın sonunda suçlu da bulunabilir, suçsuz da. Suçsuz bulunabileceği göz önüne alınarak seçimlere katılmasına izin verilmiş. Peki, ya suçlu bulunursa?

Nitekim Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Ahmet Mumcu da, Tuncel’in dokunulmazlığının kaldırılamayacağını belirterek, “Kesin hüküm verilmedikçe seçilebilir ve mazbatasını alır. Kesin hüküm sonucunda beraat de edebilir, mahkum da olabilir. Ancak, bu süre içerisinde elde ettiği kazanımların verilmesi gerekir” demiş.

İşte! Tuncel’in adaylığına izin veren mantık da aynı mantık! Büyüklerimiz öyle uygun görmüş diye, bize yine susup, kabullenmek mi düşecek?

Peki Tuncel, hali hazırda ilkokul mezunu olmasaydı, ama seçime katılabilmek için ilkokul bitirme sınavlarına hazırlanıyor olsaydı ve seçim tarihinde henüz bitirip bitiremediği belli olmasaydı, ilkokul diplomasını ibraz edemeden milletvekili adaylığı kabul edilecek miydi?

En başta da söylediğim gibi, ben günlerdir bu konuya değinecek yürekli birini beklerken, sonunda Sayın Kanadoğlu, Anayasa’nın 14. maddesinin 2. fıkrasının devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü aleyhinde eylemlerde bulunanların dokunulmazlıktan yararlanamayacağını dile getirdi. Kendisine şükranlarımı sunuyorum, beni sonsuza kadar sürecekmiş gibi görünen bu bekleyişten kurtardığı için.

Bu açıklamadan sonra Sebahat Tuncel’in avukatı Baran Doğan, alışkanlık yaptığı üzere yine hemen kelimelerin arkasına sığınıvermiş. 14. maddenin son fıkrasında ‘Bu hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler kanunla düzenlenir’ denildiğini hatırlatmış. Buradaki anahtar kelime “faaliyet”miş. Anayasanın bu maddesinin TCK’nın 302. maddesine denk düştüğünü, oysa müvekkilinin 314. maddeden yargılandığını söylemiş. 302. madde, devlet topraklarından bir kısmını devlet himayesinden ayırmaya yönelik eylemi cezalandırırken, 314. madde örgüt üyeliğini cezalandırıyormuş. Örgüt üyeliğinde de bir eylem değil, suça hazırlık hareketleri cezalandırılırmış. Üstelik de müvekkili PKK üyesi olmaktan değil, PRD üyesi olmaktan yargılanmaktaymış. PRD’nin varlığına yönelik de tek delil, bir kişinin beyanıymış. O kişi, PRD’nin amacının kişileri demokratik alanda harekete geçirmek, yasal zeminde mücadele ettirmek olduğunu söylüyormuş. Yargılama yapılsa “pardon, böyle bir örgüt yokmuş” diyeceklermiş. Kişi eyleme geçmemiş ise 14. madde uygulanamazmış çünkü orada “faaliyet” diyormuş. Üye olmak, faaliyette olmak anlamına gelmiyormuş.

Şimdi bir araştıralım bakalım, bu PRD neyin nesiymiş?

İstanbul'da PKK/PRD operasyonu: 5 gözaltı (Radikal / 17/11/2003)
PKK/PRD adına İstanbul'da polis karakoluna yönelik eyleme hazırlandıkları öne sürülen ikisi 'canlı bomba' beş kişi, gözaltına alındı. Zanlıların daha önce bir kişiyi öldürüp, altı polisi yaraladığı belirtildi.
İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'nden yapılan açıklamaya göre, MİT'in de katılımıyla 13 Kasım 2003'te PKK'ya yönelik yapılan operasyonda, kırsal alanlardan İstanbul'a gelerek örgüt adına bombalama eylemlerine başlayacakları belirlenen biri kadın beş kişi yakalandı. Bu eylemlere ilişkin keşifler yaptıkları da belirtilen zanlıların barındıkları yerlerde, bomba imal formülü, bombayı ateşleyecek elektronik şemaların bulunduğu doküman, üç sahte nüfus cüzdanı, bir sahte pasaport, örgüte ait bin 50 dolarla bol miktarda örgütsel doküman ve yasak yayın ele geçirildi. Yakalanan beş kişi, polisteki işlemleri tamamlandıktan sonra İstanbul DGM Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderildi.
ABD: PRD de terörist (Radikal / 13/11/2003)
ABD, kendisini fesheden PKK/KADEK'in yerine kurulacağı belirtilen PRD'yi de terörist kabul ettiğini bildirdi. Bir ABD Dışişleri Bakanlığı yetkilisi, PKK/KADEK üyelerine yaptıkları gibi, PRD üyelerini de şiddeti durdurup, Topluma Kazandırma Yasası'ndan yararlanmaya davet ettiklerini belirterek şunları söyledi: "PKK/KADEK'in düzenlediği kongreyi ve bu örgütün adını değiştirerek açıkça terörist faaliyetlerinin sorumluluğundan kurtulmaya yönelik çabalarını reddediyoruz. ABD'nin bu konudaki tutumu açık. PKK, hangi adı alırsa alsın, terörist bir örgüttür. Hiçbir isim değişikliği ve basın açıklaması, bu gerçeği değiştiremez."
PKK/KADEK/PRD militanlarının süren şiddet eylemlerinin de, bu örgütün terörizme devam ettiğinin kanıtı olduğunu kaydeden yetkili, şunları söyledi: "PKK militanlarının yakın zamanda Kuzey Irak'ta, Irak sınır polisi ve Amerikan kuvvetleriyle çatışması ve Türkiye'de yakın zamanlarda yaptığı saldırılar, PKK'nın terörist niyetlerini açıkça ortaya koyuyor. İsmi PKK, KADEK veya PRD olsun, bu örgüt her durumda terörist olarak muamele görecektir. ABD Başkanı George W. Bush'un da belirttiği gibi, Irak'ta terörist sığınaklara izin vermeme politikasına bağlıyız. Buna, PKK/KADEK/PRD da dahil. PKK/KADEK/PRD mensuplarını yeniden şiddeti durdurarak Türkiye'nin Topluma Kazandırma Yasası'ndan yararlanmaya çağırıyoruz."
Şimdi, kim kime “Pardon” demeli acaba Doğan Baran?



Değer Erbora
degererbora@gmail.com

NEDEN? (25 MAYIS 2006)

NEDEN?!

Bu akşam yine “Kırık Kanatlar” seyrettim. Midem bulanıyor. Çok fena midem bulanıyor.

Şimdi diyeceksiniz ki; “Sen fena taktın bu diziye. Başka işin gücün yok mu?” Var; var olmasına var da, acaba bu hafta ne mikropluk yapacaklar diye her Çarşamba oturup, görev yapar gibi bu diziyi seyrediyorum. Belki de en sadık seyircisi benim.

Haklısınız, fena hale taktım bu diziye ama takılmayacak gibi de değil ki. Diziyi seyretmeyenler için kısa bir özet sunayım, sonra da derdimi anlatmaya geçeyim.

Ülkede saltanat kaldırılmış ve Lozan görüşmeleri devam etmekte olduğuna göre, dizi şu aralar 1923’ün ilk yarısında geçiyor olmalı. Daha Tevhid – i Tedrisat (öğrenim birliği) kanununa nereden baksanız 1 yıl var. Kasabanın medrese hocası eli sopalı, aksi, fesat, yobaz bir ihtiyar. Sadece erkek öğrenciler okula gidebiliyor, onlar da her gün bir araba sopa yiyor. Dizimizin bayan kahramanı Nazlı, bu hocadan kaçan öğrencilere ders vermeyi kendine görev ediniyor ve bir çeşit açık hava okulu kuruyor. Burada çocuklara okuma yazma öğretiyor, Atatürk’ü ve Milli Mücadeleyi anlatıyor. Ancak medrese hocası bu durumu hiç hazmedemiyor ve gidip valiliğe şikayet ediyor. Nazlı’nın yaptığı ne kadar iyi niyetli bir davranış olursa olsun, o günlerde yasalara aykırı. Dolayısı ile mahkemeye çıkıyor ve 2 yıl hapis cezasına çarptırılıyor. Hakim bu cezayı verirken “Vicdanım rahat değil ama kanun böyle” diyor.

Neyse efendim, Nazlı hapse giriyor. Bu arada kuzeni ve bir arkadaşı onu hapisten çıkartabilmek için Ankara’ya gidip, Eğitim Bakanlığına zorla da olsa seslerini duyuruyorlar. Ve bir gün kasabaya son derece havalı bir adam geliyor, herkes şaşırıyor kim bu yabancı diye. Şöför, “Buyrun Rıza Tevfik Bey” diyor ve bölüm orada bitiyor.

Derken bu geceki bölüme geliyoruz. Bu havalı yabancı. Ankara Mebusu Rıza Tevfik Beymiş! Nazlı’yı hapisten çıkartmak için bizzat gelmiş. Kasaba halkına bir konuşma yapıyor. Kabada ikinci bir okul açılacağını ve Nazlı’nın da bu okula öğretmen atandığını ilan ediyor. Son derece aydın, düzgün, olgun ve coşkulu bir mebus. Kasabada sıcacık coşkulu bir hava estiriyor.

Şimdi dönüyorum, dolaşıyorum, düşünüyorum, araştırıyorum o dönemde Rıza Tevfik diye bir mebus yok. Dönemin Milli Eğitim Bakanı deseniz Dr. Rıza Nur. O da başka bir hikaye ya, neyse şimdi konumuz o değil. Nereye gelmek istediğimi çoktan tahmin ettiniz herhalde.

Benim bildiğim sadece bir Rıza Tevfik Bey var, o da 150’lik Rıza Tevfik!

1918 yılında Tevfik Paşa hükümetinde Milli Eğitim Bakanı olan Hürriyet ve İtilafçı Rıza Tevfik!

Sevr anlaşmasını imzalayıp, imza attığı kalemi de Amerikan Kolejine hediye eden Rıza Tevfik!

Falih Rıfkı Atay’ın anılarında “Bir gün köprüye doğru gidiyordum. Bir otomobil durdu, içinden gülerek, seslenerek Rıza Tevfik indi, karşı kaldırımda bir İngiliz yüzbaşısına doğru yürüdü. Bir şeyler anlattığı zaman, yüzbaşı soğuktu bile... Bir Osmanlı nazırı için bir İngiliz yüzbaşısından iltifat görmek… O, şimdi, daha bir yıl önce Şam sokaklarında bir Suriyeli eşrafın bir Osmanlı kumandanı ile selamlaşabilmesi kadar, göstermeğe ve gösterişe değen bir hadise idi. “ diyerek anlattığı Rıza Tevfik!

Turgut Özakman’ın ‘Şu Çılgın Türkler’de anlattığı gibi Darülfünun’da verdiği konferansta Fuzuli’nin Türk değil Acem olduğu konusunda öğrencilerle tartışmaya giren, gerilen ortam içinde bir öğrencinin “Sen Türk değil misin?” diye haykırması üzerine “Değilim, Türklükten çoktan istifa ettim. Türk’ün kılıcından başka övünecek nesi vardı? O da bitti. Hala İstanbul’da oturabiliyorsanız, bunu büyük devletlerin size değil, İslam alemine duyduğu saygıya borçlusunuz” dedikten sonra öğrencilerden gördüğü susmasını isteyen şiddetli tepki üzerine “Bana bakın, İngilizler burada oldukça, kimse beni susturamaz, istediğimi söylerim. Bana bir halt edemezsiniz” diyen ve “defol” haykırışları içerisinde yüzlerce öğrencinin fırlattığı fesleri kafasına yiyen Rıza Tevfik!

Gerçi dizideki mebusun ne yaşı ne de fiziği Rıza Tevfik’e uyuyor ama ya ismi ve bu ismin eğitimle ilgili oluşu?

Şimdi sorsanız hikaye yazarına diyecektir ki, o dizideki hayali bir kahraman. Ama midem çok fena bulanıyor.

Konu eğitim ile ilgili; Rıza Tevfik de bir eğitimci.

Mebus Eğitim Bakanlığına yapılan şikayet üzerine geliyor ve Rıza Tevfik de 1918’de İstanbul Hükümetinde maarif nazırı.

Koskoca Türkiye’de isim mi kalmadı da bu karakterin adı Rıza Tevfik konuyor? Neden Rıza Tevfik?

Hikaye yazarı, dönemleri mi karıştırmış?

Ya da Rıza Tevfik’in kim olduğunu mu bilmiyor?

Yoksa doğru dürüst tarih bilgisi olmayan, Rıza Tevfik’in adını bir yerlerde duyduysa bile, kim olduğu hakkında en ufak bilgisi olmayan bir kesimin beyninde, “Rıza Tevfik iyi adamdı” düşüncesi mi oluşturulmak isteniyor?

Veya bir Rıza Tevfik daha var da, ben mi bilmiyorum?

Ya da artık paranoyaya doğru koşar adım mı gidiyorum?

Başım çatlayacak gibi ağrıyor ama yine de cevabı bulamıyorum. Doğru cevap hangisi?

Ne olur bilen varsa söylesin, neden Rıza Tevfik?

NEDEN?!


Değer Erbora
degererbora@gmail.com

5 Kasım 2007 Pazartesi

SÖMÜRGELEŞTİRME (KASIM 2005)

SÖMÜRGELEŞTİRME

Hazırlayan:
Değer Erbora




Konuya girmeden önce, bir La Fontaine öyküsü anlatacağım.


Bir kırlangıç dünyayı geze dolaşa, çok şey öğrenmiş. Önceden bilirmiş bütün olacakları. Bir gün bakmış ki; köylünün biri, sıram sıram kenevir tohumu ekiyor tarlasına. Çağırmış küçük kuşları, "Bakın" demiş, "Sizin kuyunuzu kazıyor bu adam. Şu savurduğu tohumlar yok mu, başınıza örülen bir çoraptır sizin. Gün gelip kenevir, sicim oldu mu, seyredin size kurulacak dolapları. Ya ölüm ya zindan gayri sizlere. Onun için gelin dinleyin beni. Yiyin, yok edin şu tohumların hepsini." Bilge kırlangıcı kim dinler! Küçük kuşlar cıvıl cıvıl, diledikleri yemi yemişler. Kenevir ise büyümeye başlamış yeşil yeşil. Kırlangıç bir kez daha uyarmış, dünyadan habersiz kuşları: "Koparın" demiş, “bu kötü tohumdan fışkıran yaprakları.Onlar büyüyünce kendinizi yok bilin.” Kenevir büyüdükçe büyümüş. Kırlangıç, kuşları son kez uyarmış: "Bakın" demiş, “kötü tohum sonunda sicim oldu. İnsanoğlu tuzaklar kurdu, siz küçük kuşları avlamak için. Geç olmadan, haydi kaçın gidin." Kuşcağızlar yine aldırmamış. Sürdürmüşler cıvıl cıvıl ötüşmeyi. Ancak çok geçmeden söylenen olmuş. Nice kafesler kuşlarla dolmuş.

Şimdi konumuza girebiliriz. Dünü ve bugünü incelemeye ne dersiniz?


1820’li yıllar… İngiltere sanayi devrimini tamamlamış.

Üretim ve sermaye adeta ülkenin sınırlarından dışarı taşıyor, yeni pazarlar gerek.

Avrupa ülkeleri ve ABD, hemen gümrük duvarlarını yükseltiyor.

GİRİŞ YOK İNGİLİZ MALLARINA!!!

İngiliz ticaret ve sermayesi için tek çıkış yolu var: Avrupa dışına yönelmek!


Kimler, ne söyledi? Osmanlı hangi sözlere kandı?

Osmanlı tahtında II. Mahmut (1808 – 1839) oturuyor. Sadrazamı Mustafa Reşit Paşa.
1830’lu yıllarda Mason olan Mustafa Reşit Paşa, İngilizler ile iyi ilişkiler içinde. Osmanlı imparatorluğunun kurtuluşunu Avrupalılaşmakta görüyor, Başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletleriyle serbest ticaret öneriyor ve şöyle diyordu:

Ülke, serbest ticaret sayesinde büyük bir hızla sanayileşecektir.

İngiliz Dış İşleri Bakanı Palmerston:Serbest ticaret sayesinde Sultan’ın tebaasının servet ve refahı artacak, sanayi gelişecek.
Batıdan gelen sözde Osmanlı uzmanları:Osmanlı Devleti bu antlaşmayı uygulamakla Batı uygarlığına girecek.

Sonunda 16 Ağustos 1838’de Mustafa Reşit Paşa, Osmanlı’nın “idam fermanı” olan Balta Limanı Antlaşmasını “kalkınma yolunu açacak” bir belge olarak İngilizlerle imzaladı.


Anlaşma, neleri gerektiriyordu?

•Gümrük vergi oranları ihracatta %12’ye, ithalatta ise % 5’e düşürülecekti.

• İngilizler, dünyanın neresinden olursa olsun istedikleri malları ülkeye rahatlıkla gümrüksüz sokabilecekti.

• Yed-i Vahit (tekel) usulü kaldırılacaktı.

• Mal alım ve nakli için belge istenmeyecekti.

• İngiliz tüccarı iç ticarette en ayrıcalıklı yerli tüccardan fazla vergi ödemeyecekti.

• Yabancı mallar, Boğazlar’dan serbestçe geçecek, Osmanlı limanlarında bir gemiden öbürüne aktarılacak, transit serbest olacaktı. Bu işlemlerden ayrıca hiçbir vergi alınmayacaktı.

• İngilizler, demiryollarından ücretsiz faydalanacaktı.

• Kapitilasyonlar devam edecek, anlaşma ile tanınan yeni ayrıcalıklar öncekilere eklenecekti.

• Anlaşma hükümlerinden diğer devletler de yararlanabilecekti.

• Anlaşma sonsuza kadar yürürlükte ve geçerli kalacaktı.


Sonra neler oldu?

•Osmanlı’nın iç pazarı, Batı’nın sanayi ürünlerine açıldı, dış ticaret dengesi bozuldu (O yılki ihracatımız 1 milyon 81 bin sterlindi. İthalatımız, 3 milyon 85 bin sterlindi. Makas, 2 milyon sterlindi. Hemen anlaşmanın akabinde bu makas, 11 milyon sterline çıktı.)

• Ekonomik bağımsızlık yitirildi, devletin çöküşü hızlandı.

• Devletin bağımsız dış ticaret politikası izleme seçeneği ortadan kalktı. Çünkü Balta Limanı Anlaşması, yalnızca gümrük vergilerini daha düşük düzeylere çekmekle kalmıyor, Osmanlı Devleti artık, kendi gümrük vergilerini Avrupa devletleriyle birlikte saptamayı kabul ediyordu.

• Hükümet, dış ticarete olağanüstü vergi koyma hakkını da yitirdi. Bu kayıp; devleti, hükümetlerin mali kriz dönemlerinde başvurabilecekleri önemli bir gelir kaynağından yoksun bıraktı.

• Kapitalist sermayeleşmeye geçemedik.

• İthal malları, iç pazarı adeta istila etti.

• Ekonominin eski yeni bütün sanayileri yok oldu. Fabrikaların çoğu, Avrupalılar’la imzalanan serbest ticaret anlaşmaları uyarınca yapılan ithalatla baş edemeyerek kapandı.

•Ticaret ve sanayi yabancıların eline geçti.

•Zanaatlara dayalı yerli üretim, Batı kaynaklı mallarla rekabet edemediğinden geriledi.

• Ekonomide tarımsal üretim ile tarım – dışı üretim arasındaki tamamlayıcılık ortadan kalktı.

• Osmanlı üreticisi hammadde darlığı ile karşı karşıya geldi.

• Bilgi birikimi ve teknolojisi yetersiz olduğundan, üretici çaresiz bir duruma düştü.

• 1840’dan itibaren yüzlerce yabancı tüccar, İmparatorluk içine yerleşti.

• Osmanlı tüccarı, İngiliz tüccara oranla daha fazla vergi öder duruma düştü. Bu onun rekabet gücünü kırdı.

• Zaten sıfıra yakın bütçe tükendi, hazine gelirleri kurudu.

• Halk yoksullaştı.


Peki, biz Baltalimanı Anlaşmasını imzalarken, Avrupalı neler yaptı?

Bizim yaptığımızın tam tersini!

ABD, Almanya vb. seçtikleri yolda ilerleyerek, bugün birer sanayi devi haline geldiler. Buna karşılık Osmanlı, tarih sahnesinden silinip gitti.

ABD, Fransa, Almanya gibi ülkeler, 1800’lerde aşağı yukarı bugünkü Türkiye’nin gelişme düzeyindeydiler. Bu ülkeler, eğer sınırlarını İngiliz mallarına açmış olsalardı, sözde reformlar yapsalardı, bugünkü dünyada az gelişmiş birer ülke olarak yer alırlardı; İngiltere ise büyük bir “Süper Güç” olarak.
Serbest ticaret, ancak aynı gelişme düzeyinde bulunan ülkeler için yararlıdır. Farklı gelişme düzeyine sahip ülkeler arasında ise yalnızca zengin ülke lehine işler. Yoksul ülke, serbest ticaretten faydadan çok zarar görür.

Bugünün evlatları,
ABD’nin, Almanya’nın, Fransa’nın bügün ne dediğine değil, geçmişte ne yaptıklarına bakmalıdır.


Peki ya, günümüz Türkiyesi?

1995 Gümrük Birliği Anlaşması = 1838 Balta Limanı Ticaret Anlaşması


Kimler, ne söylüyor? Türkiye, hangi sözlere kanıyor?

Hükümette DYP – SHP koalisyonu var.
Gümrük Birliği anlaşmasını imzalayan Başbakan Yardımcısı ve Dış İşleri Bakanı Deniz Baykal:

Türkiye”yi güçlü ve önder bir ülke yapacağız, AB’ye taşıyacağız.


Gümrük Birliği arifesinde bütün boyalı medya:

Türkiye’nin cennete döneceği” propagandası yapıyor."
Tanıdık geliyor mu?


Sonra neler oldu?

•Türkiye, AB’nin 15 üyesi ülkeye tüm gümrük duvarlarını indirdi.

• Buna karşılık biz AB’ye tarım ürünü satamıyoruz. Satarsak %200 vergi alıyor. Ama AB bize TV, elbise, ayakkabı satarken bir şey yok.

• Yabancılar mal alım ve nakli için vergi ödemiyorlar.

• Tekel usulü kaldırıldı, Tekel, Telekom vs. özelleşti.

• İthalatda muazzam bir artış var.

• Gümrük Birliğine girmeden önceki 5 yıllık dönemde (1990-1995) açığımız 40 küsur milyar dolardı. Gümrük Birliğine girdikten sonra 150 milyar dolara çıktı.

• Hükümetler gelire gereksinme duyunca – Gümrük Birliği Kuşatması nedeni ile – dış ticareti vergilendiremiyorlar.

• Sanayileşme durdu.

• İşsizlik ve yoksulluk dayanılmaz boyutlara ulaştı. Türk halkının yarısı açlık sınırına dayandı.

• Türkiye’nin iç pazarları, ticareti de yabancıların eline geçti. Tekstili, sütü, ayranı, yoğurdu, şekerlemeleri de artık yabancılar üretip, satmaya başladı.

• Ekonomi AB’nin dev şirketlerinin elinde. Bütün kaynaklar yabancıların eline geçiyor. Yabancı sermaye girişi serbest.

• Türk tarım arazileri, Yunanlılara, İsraillilere, Almanlara, İngilizlere, Amerikalılara satılmaya başlandı.

• Özelleştirme adı altında “vatanın satılması” hızlandırıldı. Türkiye’nin ekonomik kaleleri olan Petkim, Tekel, Tüpraş, Seka, Telekom, Sümerbank, Şekerbank birer birer Türkler’in elinden alındı.

Peki, biz Gümrük Birliği anlaşmasını imzalarken, Avrupalı ne yaptı?

• AB’ye tam üye olmadan Gümrük Birliğine girmiş Türkiye haricinde başka bir ülke yok.

• Yunanistan AB’ye 1981’de girdi. Gümrük Birliğine 1986’da.

• İspanya ve Portekiz, AB’ye 1986’da girdi. Gümrük Birliğine 1993’te.

• Kapıda bekleyen 12 ülke var, bir tanesi biziz. Hiçbirine Gümrük Birliği teklif edilmiyor.

• Gümrük Birliği Anlaşması, TBMM’nin onayına sunulmamış, Yüce Meclis’ten geçirilmeden uygulamaya konulmuştur.


Peki, biz ekonomik kalelerimizi özelleştirirken, Avrupalı ne yapıyor?
ATO Başkanı Sinan Aygün'den dinleyelim:

“Diyorlar ki; gelişmiş ülkelerde devlet kamudan elini çeksin. Çeksin tamam olur. Ama devletin kamudaki payına baktığımız zaman gelişmiş ülkelerde hala ekonomide kamunun payının çok olduğunu görüyoruz.

OECD rakamlarına göre;
İsveç’te %49,
Belçika %49,
Japonya %48,
Hollanda%47,
Norveç %47,
Kanada %41,
İngiltere %41…

Türkiye’de %24’e düşmüş. Hala “düşürün” diyor. Burada bir oyun var!

Diyorlar ki bize “Halk Bankasını” sat, “Ziraat Bankasını sat”.
Niye satayım kardeşim?
“Devlet bankacılık yapmaz.”

Peki…
Almanya’daki bankaların %89’u kamu bankası,
Fransa’da %60’ı…

Fransa’nın belli başlı kurumları, Air France devlet teşekkülü. Satmıyor Air France’i.
Bize “THY’yi sat” deniyor.

Franca Telecom, hala kamunun elinde.

Japonya’da kamu bankalarının payı %40 civarında.
İtalya’nın en büyük 2. bankası Banca Di Roma, bir devlet bankası.

İtalya’nın en büyük holdinglerinden IRI bir devlet kurumu.

Norveç’in en büyük bankası Den Norske Bank, devlet bankası.

İspanya’nın elektrik kurumu Endesa bir kamu kurumu.

İspanya’daki havaalanı, uçak ve savunma kamunun elinde. Çelik, alüminyum kamunun elinde.

Devlet bankalarının en büyüğü olan Yunan Ulusal Bankası’nın bankacılık sektöründeki payı, %42. Bir tek bankanın payı %42. Yunanistan’daki kamu bankalarının payı %72.

Biz de özel bankalara verdik işi, işte gördük özel bankaların yaptığını. Battı.
Kamu bankalarını siyasetçiye alet ettik biz. Kamu bankalarını adam gibi yönetemedik.
Başbakan değişti, kamu bankalarının genel müdürü değişti.
Ne değiştiriyorsun kardeşim? Ne yaptı bu adam?
Bul yolsuzluğunu, bul hırsızlığını, git cezaevine at.

Bakın, dengeyi çok iyi kurmak lazım.

İsviçre’de, Almanya’da ekonomideki kamu payı %50’nin üzerinde ve ekonomilerini görüyorsunuz. 25 bin dolar milli gelir.

Güney Afrika, Kenya, Bangladeş, Honolulu, Kongo’da hiç kamunun ekonomide payı yok. Hepsi sürünüyor.

Biz %24’e düşmüşüz ve daha da düşürüyorlar.

Niye Tekel özelleştiriliyor kardeşim? Zarar mı ediyor bu kurum?
Tekel’in dosyasını açıp baktığınız zaman dünyanın 5. büyük sigara üreticisi.
Tekel niye ucuza gidiyor?

Fas’ın Tekel’i özelleştirildi.
15 milyar tane sigara yapıyor. %80 payı 1 milyar 530 milyon dolara satıldı.

Bizim sigara adedimiz 70 milyar. 5 misli büyüğüz.
Bu hesaba göre, bizim Tekel’imizin 9 milyar dolar etmesi lazım bugünün parasıyla.
Kaça satıldı Tekel’in sigara bölümü? 1 milyar 150 milyon dolara satıldı.

İçki bölümünü, 19 yeri, 292 milyon dolara sattılar.
Bu fabrika yapılırken kaça mal oldu?
Türkiye’nin 8. büyük firması Tekel, 2 katrilyon devlete vergi ödemiş.
Dünyanın 5. büyük sigara fabrikası. 180 bin kişi çalıştırıyor.

Ne oluyor da Milli Piyango satılıyor?!!! Zarar mı ediyor bu kurum?

Tekel’den gelecek para bizim 13 günlük faizimiz!!!

Tekel satıldığında, sosyal dengeleri düşünün, çiftçiyi düşünün, vatandaşı düşünün, toplanan vergileri düşünün. Bu işler çok uluslu şirketlerin eline geçiyor.”

1838 Balta Limanı Anlaşmasını, 1839 Tanzimat Fermanı izledi.
- Azınlıklara tanınan haklar, yapısal düzenlemeler. -
Yani şu andaki Kopenhag Kriterleri
- 1995 Gümrük Birliği anlaşmasından bu yana Türkiye'de de aynı şeyler oluyor.
IMF programlarından, Helsinki Doruğu’ndan, ulusal programlardan geçerek, durmadan yabancılara, iç düşmanlara yeni haklar tanıyan yasalar çıkartılıyor. -

1854 Kırım Savaşı’nda tarihimizdeki ilk borcu almak zorunda kaldık. İngilizler’den %6 faizle 3 milyon 300 bin Osmanlı altını borç aldık. Osmanlı’nın borcu sıfır o güne kadar. Padişah almamakta direniyor ama Sadrazam, “Alacağız. Kırım Savaşı’na giriyoruz” diyor. 3 milyon sterlinlik devlet tahvili veriyoruz onlara, 2 milyon 514 bin 963 sterlin alıyoruz. FAİZ KESİYOR.
Bitmedi! Hemen Islahat Fermanını getirdiler.

•Devlet, iyi örgütlenmiş,tüm tebaasına adil davranan,modern bir devlet haline gelecektir.

•Müslüman olamayan tebaaya tam eşitlik sağlanacaktır.

•Azınlıkların okul, hastane ve kiliseleri düzenlenecektir.

•Hristiyanlar, il meclisine üye olabileceklerdir.

•Hristiyan ve Yahudiler, orduya alınacak hatta isteyenler subay olabilecektir.

•Azınlıklar ve yabancılar, gayrimenkul alabileceklerdir.

•Azınlıklar ve yabancılar, banka kurabilecektir. (Bankalar yabancıların eline geçmeye başladı)

• Gayrimüslim din adamları ve kurmaylarının menkul ve gayrimenkulleri devlet güvecesine
alınacaktır.

•Gayrimüslimlere ait mabetlerin tamir ve yeniden yapılanmalarına izin verilecektir.

•Gayrimüslimlerin ayin ve törenleri serbest bırakılacaktır.

•Yabancılara yol yapma ve toprak edinme hakkı tanınacaktır.
Günümüzde bunlara "Yapısal Uyum Reformları" deniyor.


Şimdi bu “reform”ları bir de 12 Şubat 1856 tarihli Times’ın yorumu ışığında değerlendirelim ve reformların asıl kimin çıkarları için istendiğini kendi ağızlarından öğrenelim:
“Yabancıların toprak satın almalarının önündeki tüm engellerin kaldırılması ve sağlam bir mali sistemin, yollara ve limanlara yatırılan sermayenin emniyeti için güvencelerin oluşturulması, kısa zamanda büyük sonuçlar doğuran diplomatik çabaların bir sonucudur. Önümüzde zengin ve işlenmemiş bir ülke var. Batı’nın sermayesi bu ülkeye girebilir ve ona sahip olabilir. Bu nedenle, çabalarımızla zamanın lehimize işlemesinden hoşnut olabiliriz.

Osmanlı Devleti’nin ilk 2 borçlanması, şu sonuçları getirdi:
•Yeni bir reform programını gerçekleştirme taahhüdü
•Devlet’e dış borç sağlamak üzere Osmanlı Bankası’nın kurulması (1856’da büyük ölçüde İngiliz sermayesi ile kuruldu. Banka doğal olarak İngilizler’in denetimi altındaydı.)

Burada Kırım Savaşı ve sonucunda imzalanan "Paris Antlaşması"na bir göz atalım:

Avusturya ve Prusya Osmanlı – Rus Savaşı’nın önlenmesini istedilerse de, İngilizler, çeşitli vaadlerle elde ettikleri Mustafa Reşid Paşa’yı savaşa teşvik ettiler. Yardım edeceklerine, zafer kazanacağına, böylece Osmanlılar’ın bir numaralı adamı olacağına inandırdılar. Mustafa Reşid Paşa, Bab-ı Ali’de 163 kişiyi toplayarak Rusya’ya karşı savaş açılmasına karar verdirdi. Bu kararı bir hileyle, genç padişah Sultan Abdülmecid Han’a da tasdik ettirdi. Böylece 1853 senesinde, Rusya’ya karşı savaş ilan edildi.

İngilizler, Rus Çar’ı I.Nicola’nın Kudüs’te Katoliklere karşı Ortodoksları ayaklandırdığını ileri sürerek, Rusların Akdeniz’e inmesini istemeyen Fransa’yı da savaşa soktular. İngiltere ve Sardunya (İtalya) da Osmanlı Devleti’nin yanında savaşa katıldılar. Kırım Savaşı, Rusya’nın yenilgisi ile sona erdi.

30 Mart 1856 tarihinde Paris Antlaşması imzalandı. Antlaşma’ya İngiltere, Fransa, Osmanlı Devleti, Rusya, Avusturya, Prusya ve Sardunya devletleri katıldı. Osmanlı Devletini Sadrazam Ali Paşa ile Mustafa Reşid Paşa’nın oğlu Paris büyükelçisi Mehmet Cemil Bey temsil ettiler.
Osmanlı Devleti, Kırım Savaşı’nda galip devletler arasında bulunduğu halde, yenilen taraf gibi muamele gördü. Antlaşma’nın oldukça ilginç şartları için bir sonraki sayfaya geçelim lütfen.

İşte "muhteşem" Paris Antlaşması:

• Taraflar, aldıkları yerleri iade edecekler.

• Taraflar, harp suçlularına genel af ilan edecekler, esirler karşılıklı değiştirilecek.

• Osmanlı Devleti, Avrupa hukukundan faydalanacak, istiklali ve toprak bütünlüğü korunacak.

• Islahat Fermanı, antlaşmaya taraf olan devletlerce tescil edilecek.

• Bu devletler, padişah ve tebaası arasına girmeyecekler, Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmayacaklar.

• Boğazlarla ilgili 1841 Londra Antlaşması aynen yürütülecek, Karadeniz tarafsız duruma getirilecek, bütün devletlerin ticaret gemilerine açık, fakat savaş gemilerine devamlı kapalı olacak.

•Osmanlı Devleti ve Rusya, Karadeniz’de donanma bulunduramayacağı gibi, tersaneleri yıkıp, yenilerini yapamayacaklar.

• Tuna Nehri’nde ulaşım serbest olacak.

• Rusya tarafından terk edilecek olan Tuna Nehri deltasının bir bölümü, Boğdan’a verilecek.

* Tuna’daki gemi işletmeciliği, Avrupa devletlerinin muhafazasında olacak.

• Kırım, Rusya’da kalmak şartıyla, Besarabya’nın bir kısmı, Osmanlı himayesindeki Boğdan Beyliği’ne verilecek.

• Rusya, Tuna Nehri ağzından uzaklaştırılacak; Eflak ve Boğdan beylikleri, Osmanlı himayesinde olmakla birlikte sahip oldukları imtiyaz ve haklar genişletilecek, kanunlarını kendileri yapacaklar, milli bir ordu bulundurabileceklerdir.

• Bu verilen imtiyaz ve haklar, antlaşmada imzası bulunan devletlerin ortak garantisi altında olacak, hiçbir devlet bu beyliklerin iç işlerine karışmayacaktı.

• Sırbistan Prensliği, Osmanlı hakimiyetinde kalmak şartı ile tarafların kefaletinde imtiyazlı olacak. Devletlerin onayı alınmadan Osmanlı Devleti, Sırbistan’a hiçbir şekilde asker sokamayacak, ancak eskiden olduğu gibi birkaç Sırbistan kalesinde Osmanlı askeri bulunabilecek.
Böyle dost, düşman başına!

Batı’dan aldığımız borçları ödeyemedikçe, yeni borçlar aldık. Yeni borçlar aldıkça, yeni ödünler verdik.

1862 borçlanması sayesinde İngiliz sermayesi denetimindeki Osmanlı Bankası’na, Fransız sermayesi de katıldı; böylece “Bank-ı Osman-i Şahane” oldu.

Kağıt para basma tekelini elde etti.

Bütün vergilerden muaftı.

Osmanlı Devleti, 1874 yılına kadar geçen 20 yıl içinde 15 dış borçlanmaya başvurmuştu. Borçların geri ödenmesi gittikçe zorlaşıyordu. Devlet 1863’de bütçe gelirlerinin %17’si dış borç anapara ve faiz ödemesine ayrılırken, bu oran 1875’de %75’ ulaşmıştı.
Sonra?

1875’de borcumuzu ödeyemedik. Sadrazam Mahmut Nedim Paşa, Moratoryum ilan etti. Faiz ve anapara taksitleri beş yıl süreyle yarıya indirildi.
Sonra?
Osmanlı iflas etti, tüm ödemeler durduruldu.
Sonra?

Ve yine savaş… 1877-78 Osmanlı – Savaşı… Devlet’in borç yükü, dayanılmaz boyutlara ulaşmış… Üstelik Rusya’ya ağır bir savaş tazminatı ödemek zorunda. Devletin pazarlık gücü kalmamış. İmparatorluk yine Avrupa finans piyasalarına başvurmak zorunda. Sonuç: Gelsin siyasi ödünler… İngiltere, Ayastafanos Antlaşması’nın koşullarını hafifletmeyi taahhüt ediyor ama; karşılığında KIBRIS ADASI’nı istiyor.
Ah Kıbrıs, Yine Kıbrıs!
Bakın, Sinan Aygün bu konuda neler diyor?

“Ben Kıbrıs vatandaşı oldum. Niye oldum? Vatandaşlar diyor ki “Kıbrıs’tan sana ne?” Burası bizim toprağımız. “Sana ne?” demisinler diye Kıbrıs vatandaşı oldum. Beni ilgilendiriyor. Sizi de çok ilgilendiriyor Kıbrıs… Vatandaş olmasanız bile, sizi de çok ilgilendiriyor. Çünkü burası bizim toprağımız. Kıbrıs’ın bizim için Konya’dan, Sivas’tan, Kayseri’den farkı yok.
Bakın şimdilik AB İlerleme Raporu’nda Kıbrıs… 3 gün sonra Ege gelecek. 4 gün sonra Kürdistan gelecek, Ermenistan gelecek. Fransa bunu parlamentosunda kabul etti. “Türkler, Ermeniler’e soykırım yapmıştır” dedi. Hayır efendim. Benim atam soykırım yapmadı. Benim atam savaştı. Ben bundan 4 ay evvel gittim, Kars’ta ve Ardahan’da 200 Türk vatandaşını bir mezarda gömülü halde gördüm. Esas soykırım yapan onlar! Ama buradaki amaç nedir? Kars, Ardahan, Erzurum, Muş, Van, Tunceli… Orayı Ermenistan toprağına katmak. Ama biz, sapasağlam ve dimdik durursak, bir şey olmayacak.

Kıbrıs’ın Kopenhag kriterleri ile hiçbir alakası yok. Kıbrıs ayrı bir statüye tabi. 1960 yılında bu iş bitmiş. Taraflar, oturmuş anlaşmışlar. “Türkiye’nin, Yunanistan’ın, İngiltere’nin olmadığı bir birlikteliğe Kıbrıs’ın güney ve kuzeyi giremez” denilmiş. Bu kadar net ve açık.
Şimdi bunlar, Güney Kıbrıs’ı almakla uluslar arası anlaşmalara aykırı hareket ediyorlar. Çok ilginçtir. “Gidin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine” diyorlar. Niçin? Orası adaletli bir mahkeme değil ki! Nalıncı keseri gibi kendilerine yontan bir mahkeme. Kıbrıs’ın Kopenhag’la hiç alakası yok.
Doğru, Kıbrıs 2’ye bölünmüş. Kuzeyi var, Güneyi var… Gayet doğal. Orada bir cumhurbaşkanı var, burada bir cumhurbaşkanı var. Herkes hayatından memnun. Kimse kimsenin tavuğuna “kışt” demiyor. Hatta sınırlar açıldı. Rumlar, oraya gitmeye başladı. Türkler oraya gitmeye başladı. Güzel… Ne var, ne oldu şimdi? Nedir bu Kıbrıs?
Bakın, Kıbrıs’ın altında yatan, Kıbrıs’ın Yunan işgalidir. Tekrar Nikos Samson’u, tekrar EOKA’yı, tekrar Rumlar’ı canlandırmaktır. Kıbrıs’ı bir Girit Adası haline getirmektir. Nedir Girit Adası? Girit’te Türk kalmadı. Ve Kıbrıs’ı bir Yunan adası haline getirmektir.
Eğer Kıbrıs elden giderse, Akdeniz elimizden gider. Düşünün haritada Kıbrıs’ı, Türkiye’ye karşı büyük bir koruyucu, kollayıcı güç. Çok önemi var.
Peki, Annan Planı’nın Türkçesi ne? Annan Planı, bir uzlaşı planı değil, işgal planıdır. Ana tema bu. Annan Planı, KKTC’yi yok etmek istemektedir. Annan Planı’nın kökünde şu vardır:

•KKTC içinde bulunan toprakların %21’i Rumlar’a terk ediliyor ve terk edilen toprakların %65’i verimli ve ekilebilir topraklar.

•1350 işyeri kapanıyor, çalışan nüfusun %15’i işsiz kalıyor.

•Mali müesseseler inşaat, sağlık, eğitim, ulaştırma ve diğer sektörlerdeki 553 işyeri Rumlar’a terk ediliyor. 442 ticarethane, 188 otel, imalat sektöründe 160 işyeri Rumlar’a terk ediliyor.

•Sonuç olarak, Kıbrıs GSMH’sının %22’si Rumlar’a terk ediliyor.

•Kıbrıs’daki verimli toprakların %66.4’ü Rumlar’a gidiyor.

•Su kaynaklarının %75’i Rumlar’a gidiyor.

Biz, yine Osmanlı'ya dönelim:

1879’da durum daha da kötüleşti. Alınmış olan borç anapara ve faizi karşılığı olarak, damga, içki, balık avı, tuz ve tütün gelirlerine el konuldu.
Sonra?

Duyun-u Umumiye

Eylül 1881’de, devlet borçlarını kapatmak için, Osmanlı Devlet hazinesi, Alman, Avusturya, Fransa ve İtalyan alacaklılarla, Osmanlı Bankası ve Galata bankerlerini temsilen, 8 kişiden oluşan Duyun-u Umumiye-i Osmanlı İdaresi Meclisi’ne bırakıldı. Tuz, balık avı, tütün, alkol ve damga pulu vergilerini o toplamaya başladı.

Duyun-u Umumiye’den önce, ülkede yabancı sermaye fazla değildi. Bu idare ile birlikte yabancı sermaye, Osmanlı ekonomisinin bütün kesimlerine özellikle demiryolları, sanayi, banka ve sigortacılık, madenler, su, elektrik, tramvay, limanlar ve ticarette yayılmaya başladı. Altyapı yatırımları ve kamu işletmeciliği tümden yabancıların eline geçti. 1854 – 1881 arasında sayısı ancak 19’u bulan yabancı şirket sayısı, 1882 – 1914 arasında 130’a tırmandı. Bu son dönemde kurulan yabancı şirketlerin ilgi çekici özelliği, Avrupalılar’ın gayrimüslim Osmanlılarla kurdukları ortak girişimler olmasıydı.

Demek ki; emperyalistler bir ülkeyi,
* Önce serbest ticarete açıyor,
* Sonra borçlandırıyorlar,
* Sonra maliyesini ele geçiriyorlar
* Ardından da o ülkeye doğrudan yabancı sermaye yoluyla girerek, sömürüyü daha da
arttırıyorlar.

Tanıdık geliyor mu?

Dün, Osmanlı’nın en bereketli gelir kaynağı tarımdı.

Gavur sermayesi işbirliği yaptı, 1884 yılında Reji İdaresi doğdu.

Tütün tarlalarında çalışan kızlarımıza, karılarımıza, bacılarımıza gavur vergi tahsildarları tecavüz ettiler!!!

Bügün de sömürgeciler,Türkiye’de şeker pancarı,tütün,pamuk üretimlerini kısıtladılar.
Türk tarım ve hayvancılığını öldürdüler.
Aslında bir tarım ülkesi olan Türkiye; buğdayı, unu, şekeri, soyayı, tütünü, ayçiçeğini, pamuğu, eti, ithal eder duruma düştü!!!

Atatürk, tam bağımsızlığı “siyaset, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda tam özgürlük “ olarak tanımlar.

Batı emperyalizmi, Osmanlı Devletine karşı 100 yıl süreyle sürdürdüğü saldırıda bütün bu bağımsızlık ögelerini sırasıyla yok eder.

Sıra “Siyasal Bağımsızlık”a gelmiştir.

1918 Sonbaharı… 1. Dünya Savaşı’nın sonu… Emperyalizm, Osmanlı Devleti’nin paylaşılmasını gizli anlaşmalarla bağlamış.

Yönetimi yabancı generallere bırakılan Osmanlı orduları teslim olmuş (Orduların başına Almanlar’ın getirilmesi, askeri bağımsızlığın da kalmadığı anlamına geliyordu)

29 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi… Osmanlı Devleti, kendisini kayıtsız ve şartsız düşmana teslim ediyor.

13 Kasım… İstanbul müttefik kuvvetlerin işgali altında.

10 Ağustos Sevres Antlaşması… Duyun-u Umumiye’nin yanısıra Osmanlı Devleti üzerinde bu kez de bir “Uluslar arası Mali Denetim Komisyonu” kuruluyor. Bu son ödünle,
“Devlet-i Aliye”, egemenlik hakkını, bir devlet olarak var olma hakkını da yitirmiş oluyor.


Bu yıkım, Mustafa Kemal Atatürk’ün çıkışına kadar sürdü. Lozan Antlaşması ile Duyun-u Umumiye, Türkiye sınırları dışına çıkartıldı ve gelir kaynaklarımız bize iade edildi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu.

1854’de aldığımız bu borcu 1923’te Atatürk üstüne aldı. 1954 yılında, 100 yıl sonra bitirebildik bu borcu.

16 Ağustos 1838 Balta Limanı Antlaşması ile başlayan Osmanlı Devleti’nin çöküşünde ortaya Mustafa Kemal çıkmıştı. Ama öyle gözüküyor ki, bu kez çöküş, Türkiye’nin tamamen teslim alınmasına kadar sürecektir.

Okumak tarihi Atatürk gibi:

Osmanlı Devleti’nin önce yavaş yavaş, sonra hızla yuvarlandığı felaketin en etkili anlatımını, Büyük Aydınlanmacı’nın, Atatürk’ün sözlerinde buluruz. Şimdi onu dinleyelim:

“Büyük devletler, şimdiye kadar bize şu veya bu sorunlarda gösterişli yardımlarda bulunuyor görünüyorlar; oysa, ekonomik tutsaklıklarla bizi felce uğratıyorlardı. Öteden beri bize bazı şeyleri vermiş gibi, bizim bazı haklarımızı tanımış gibi bir durum alırlar; gerçekte ise ekonomide elimizi kolumuzu bağlarlardı”

“Tanzimat’ın açtığı serbest ticaret dönemi, Avrupa rekabetine karşı kendini savunamayan ekonomimizi bir de ekonomik kapitülasyon zincirleri ile bağlandı. Örgütlenme ve bireysel değer bakımlarından bizden çok güçlü olanlar; ülkemizde, bir de fazla olarak ayrıcalıklı konumda bulunuyorlardı. Kazanç vergisi vermiyorlardı. Gümrüklerimizi ellerinde tutuyorlardı. İstedikleri zaman, istedikleri malları, istedikleri koşullar altında ülkemize sokuyorlardı. Bütün ekonomik sektörlerimizin, bu sayede mutlak egemeni olmuşlardı. Bize karşı yapılan rekabet… gerçekten çok kahredici idi. Rakiplerimiz, bu şekilde gelişmeye elverişli sanayimizi de mahvettiler.”

“Bir devlet ki; kendi yurttaşına koyduğu bir vergiyi yabancılara koyamaz; gümrük işlemlerini, vergilerini ülkenin ve ulusun gereksinimlerine göre düzenlemekten alıkonmuştur; bir devlet ki fazla olarak, yabancılar üzerinde yargı hakkını uygulamaktan yoksundur; böyle bir devlete elbette bağımsız denemez. Devletin ve ulusun hayatına yapılan müdahaleler yalnız bu kadar değil, daha fazla idi. Ulusun, doğrudan doğruya yaşamsal gereksinimlerinden olan, örneğin demiryolu yapmak için, devlet serbest değildi. Mutlaka müdahale vardı. Bundan dolayı, yaşamını teminden men ettirilen bir devlet bağımsız olabilir mi? Devlet, bağımsızlığını çoktan yitirmişti. Osmanlı ülkesi, yabancıların serbest bir sömürgesinden başka bir şey değildi ve Osmanlı içindeki Türk ulusu da bütünüyle tutsak bir duruma gelmişti.”

Bezirgan Batı, işte böyle uzun tarihi deneyimlerden geçerek, bugün IMF ve Dünya Bankası uygulamalarında somutlaşan zalim ve acımasız politikalar oluşturdu. Bu strateji, Lord Canning’lerin, Lord Hobart’ların, Lord Derby’lerin torunlarına bıraktığı en değerli miras olmalı. Yoksa Lord Curzon, Lozan Konferansı’nda şu tehditi İsmet Paşa’ya büyük bir özgüvenle yapabilir miydi?
“Bütün bu reddettiklerini cebime koyuyorum. Yarın para bulmak için yine bize geleceksiniz. Para bir bende bir de yanımdaki şu Amerikalı’da var. Sen her para istedikçe, ben de cebimdekileri bir bir senin önüne koyacağım.”
Ne yazık ki; Lord Curzon’un kehaneti doğru çıktı!
Kaynaklar:
•Cihan Dura; Sömürgeleşen Türkiye
•Cihan Dura; (http://www.ab.kemalist.org/)
•Yılmaz Dikbaş (16.08.2004 tarihli Çöküşün Başlangıcı isimli makalesi)
•Sinan Aygün (ATO Başkanı / TRT 1’de yayınlanan “Adres Ankara” programında yaptığı konuşma metninden
•www.dallog.com

4 Kasım 2007 Pazar

NEDİR ŞU ERMENİ MESELESİ? (2006)

NEDİR ŞU ERMENİ MESELESİ?

Propagandanın esası tekrarmış, propagandada başarı tekrarla olurmuş.
Sözde Ermeni Soykırımı propagandası da hep tekrarlanır durur
.


Hazırlayan:
Değer Erbora



Bizi ne ile suçluyorlar?

1915 yılında Osmanlı topraklarında yaşayan tüm Ermeni vatandaşlarını soykırım amacı ile tehcire tabi tutup; yollarda kimine göre 1, kimine göre 1.5, kimine göre ise 2 milyon Ermeni’yi öldürmüşüz.

Bu iddialarını kanıtlayabiliyorlar mı?

Bu iddiayı kanıtlayamadıklarını gibi daha ölü sayısında bile bir karara varamıyorlar.

Bizim kendimizi savunacak kanıtlarımız var mı?

Saymakla bitmez. İşte birkaç örnek:

1)
Osmanlı Resmi İstatistiklerine Göre 14 Mart 1914 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu’nun Toplam Nüfusu:
Müslüman 15.044.846 Süryani 65.503
Rum 1.792.206 Geldani 13.505
Ermeni 1.294.851 Nesturi 8.091
Musevi 187.073 Diğer Unsurlar 99.325
Bulgar 14.908

Bu resmi rakamlar, çok güvenilir; çünkü devlet, bu istatistiklere bakarak Ermeni vatandaşlarından vergi almaktadır.

Şimdi bir başka belgeyi inceledikten sonra tekrar bu rakamlara döneceğiz.

1915 tehcirinden 3 yıl sonra, Paris’te Ermeni Delegasyonu Başkanı Boghos Nubar Paşa, Fransa Dışişleri Bakanlığına başvurup, tehcir edilen Ermeniler için yardım istiyor. Fransa Dışişleri Bakanlığı tehcir edilen ve yardıma muhtaç Ermenilerin sayısı hakkında bilgi istiyor. Boghos Nubar Paşa, şu yazıyla cevap veriyor:

“Ermeni Delegasyonu Başkanı Boghos Nubar Paşa’dan
Fransa Dışişleri Bakanlığı Görevlilerinden Elçi M. Gout’a Yazı
Paris, 11 Aralık 1918


Aziz Elçim,
Arzunuz üzerine, Türkiye’den tehcir edilmiş ve halen tam bir yoksulluk içinde ve acilen yardıma muhtaç durumda olan mültecilerin tahmini sayılarını size sunmakla onur kazanırım.

Kafkasya’da 250.000 kişi bulunuyor
İran’da 40.000 kişi bulunuyor
Suriye – Filistin’de 80.000 kişi bulunuyor
Musul – Bağdat’da 20.000 kişi bulunuyor
____________________________________
TOPLAM 390.000 kişi bulunuyor

Tehcir edilenlerin toplam sayısı 600.000 ila 700.000 olarak tahmin ediliyor. Size verdiğim rakamlar, halen Müttefik askerlerince fethedilmiş yerlerdeki sağ olanları göstermektedir. Çöle dağılmış olan diğer tehcir edilenler hakkında ise bugüne kadar hiçbir bilgi alınamadı.

Yüksek saygılarımın teyidini lütfen kabul buyurunuz Aziz Elçim.

İmza: BOGHOS NUBAR”


Bu mektuba göre:
-Türkiye’den tehcir edilen Ermenilerin toplam sayısı 600.000 ile 700.000 arasındadır. Yani iddia edilenin aksine Osmanlı topraklarında yaşayan 1,3 milyon Ermeni’nin tamamı değil sadece yarısı sürgüne gönderilmiş, diğer yarısı ise yerinde kalmıştır.

-Boghos Nubar Paşa’nın raporuna göre; tehcir edilen 6-700 bin Ermeni’den 390.000’i, tehcirden 3 yıl sonra hayattaydı; İtilaf Devletlerince işgal edilmiş topraklarda yaşıyorlardı.

-Tehcir edilenlerden geri kalan 200-300.000 Ermeni ise çeşitli yerlere dağılmıştı ve onlara “henüz ulaşılamamıştı.” (Kayıp olanların hepsi ölmüş olsa, ölü sayısı taş çatlasın 200 veya 300 bindir. Hangi 1 / 1,5 / 2 milyon Ermeni’den söz ediliyor? Bu insanlardan mutlaka yolda saldırıya uğrayanlar olmuştur ancak bir o kadar da salgın hastalık, açlık, yorgunluk söz konusudur.)

-1918 sonunda, yani Mondros Mütarekesi’nden hemen sonra durum buydu. Bu bilgileri veren Boghos Nubar Paşa, Barış Konferansında Ermenileri temsil eden Ermeni Heyeti Başkanıdır.

2)
Büyükelçi Morgenthau, Ermeni Protestanları vekili Zenup Bezciyan ile görüşmesine yer verdiği hatıralarında “Yarım Milyon Ermeni’nin nakledildiğini ve bunların, yerleştikleri yerlerde işlerini kurup, hayatlarını kazanmaya başladıklarının ifade edilmesinden büyük hayrete düştüğünü” belirtmektedir.

3)
Türkiye’deki Amerikan misyonerlerinin en tanınmışlarından biri olan İstanbul’daki Robert Kolej’in kurucusu ve uzun yıllar bu kolejin müdürlüğünü yapmış olan Dr.Cyrus Hamlin’in 28 Aralık 1893 tarihli Congregationalist dergisinde “Ermeniler Arasında Tehlikeli Bir Hareket” başlıklı bir makalesinden:

“Kusursuz İngilizce ve Ermenice konuşan ve ihtilalin hararetli savunmasını yapan çok zeki bir Ermeni bana, Rusya’nın Anadolu’yu istila edip ele geçirmesini hazırlamayı kuvvetle ümid ettiklerini bildirdi.

‘Nasıl?’ sorusuna da şu karşılığı verdi: ‘Bu Hınçak çeteleri, İmparatorluğun her tarafında örgütlendiler, Türkleri ve Kürtleri öldürmek ve onların köylerini ateşe vermek, sonra da dağlara çekilmek için fırsat kolluyorlar. Bunu yapınca gazaba gelecek olan Müslümanlar savunmasız Ermenilerin üzerlerine çullanacaklar ve onları barbarca kılıçtan geçirecekler. Bunun üzerine Rusya, insanlık namına ve Hıristiyan uygarlığı adına Anadolu’ya girecektir.’

Bu tasarıyı dehşet verici ve her türlü tahayyülün ötesinde gördüğümü bildirince de şu cevabı verdi: ‘Hiç şüphesiz size öyle gelebilir, fakat biz Ermeniler hür olmaya kararlıyız. Avrupa Bulgar dehşetine kulak verdi ve Bulgarlara hürriyet verdi. Milyonlarca kadın ve çocuğun çığlıkları ve kanı ile karışacak olan bizim sesimize de kulak verecektir.’

Bu plan yüzünden bütün uygar insanlar, Ermeni adını lanetler diye kendisini vaz geçirmeye çalıştımsa da fayda etmedi. ‘Biz ümitsiziz, bunu yapacağız’ dedi.

4)
Birinci Dünya Savaşı sonrası, Amerika’nın Kafkas berisi ülkelerde kurmak kararında olduğu Manda’nın, yoklamasını yapmak için General Harbord başkanlığında bir heyet kurulur ve heyet Suriye, Anadolu dahil, bütün Kafkas berisi ülkeleri (Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan) dikkatle gezer, buralarda yaşayan insanlarla tek tek konuşarak bir rapor hazırlar. Bu raporun adı Harbord Raporu olarak geçer.

İşte bu rapor, Rus ordusunun çökmesi üzerine, Bolşevikleri arkalarına alan Ermenilerin; Kürtlerin ve Türklerin evlerini yağmalamalarından söz ediyor. Erzurum’da, Hasankale’de Türk evlerinin, içindeki insanlarla birlikte yakıldığını kaydediyor.

Harbord Raporu’nun bu saptamaları üzerine, İngiltere’nin ünlü devlet adamı Lord Curzon, Avam Kamarası’nda verdiği bir nutukta şöyle konuşur:
“ Bana öyle geliyor ki, siz Ermenileri, 7-8 yaşında pek masum ve temiz bir kız çocuğu gibi görüyor ve öyle sanıyorsunuz! Ama bunda pek yanılıyorsunuz! Zira Ermeniler, özellikle son hareketlerindeki vahşetle, ne ölçüde kan dökücü, vahşi bir millet olduklarını bizzat kendileri ispat etmişlerdir.”

5)
Deniyor ki; tehcir, sadece Ermenilere yapıldı. Osmanlı, başka azınlıkların hiçbirine dokunmadı.
“Urfa’da Ermeni Yetimhanesi” adlı eserin yazarı Amerika’lı Mary Coroline Holmes, eserinde: “Bir gece, adını öğrenemediğim bir kentten yıldızların altında, birbirlerine sokulmuş, büyük bir göçmen kitlesine rastladım. Bunlar, Ermeni değil, Kürt’tü. Onlar da Hıristiyanlar gibi göçe zorlanmıştı.” diyor. Demek tehcir, yalnız Ermeniler için değil, “Suçlular” için uygulanmıştı.

ayrıca;

Soykırım mı? Hodri Meydan isimli kitabında İsmet Bozdağ, çok önemli bir konuya parmak basıyor. Diyor ki; “Rus istilası sırasında Ermeni cinayetlerinden kurtulmak için, Diyarbakır üzerinden Halep ve Adana yolu ile Konya’ya ve Erzurum-Erzincan’dan Sivas’a sığınan Türk göçmenlerinin gösterdikleri sefalet manzarası, Ermenilerin tehcir sırasında gösterdiklerinden az değildir. Fakat o biçareler, Müslüman oldukları için, Alman ve Amerikalı misyonerler, onlar için raporlar yazmadı. Onların sefalet ve felaketini edebi bir dil ile anlatmak gereğini vicdanında duymadı.

Trabzon, Van, Bitlis, Erzurum vilayetlerinin, Ruslar tarafından istilası sırasında oralarda yaşayan Türklerden acaba ne kadarının, Ermeniler tarafından barbarca cinayetlerle öldürüldüklerini ve ne kadarının, hicret sırasında yok olduğunu bilen var mı? İşte biz haber verelim ki, bu yüzden ölen Türkler, muhakkak bir buçuk milyonu geçer… Ermeni ölümlerinden Türkler sorumlu oluyor da Türk ölümlerinden ve sefaletten Ermeniler niçin sorumlu olmuyorlar?!"

Soykırımın tanımı nedir?

Aynı ulustan, soydan, dinden olan insanların oluşturduğu bir topluluğu, bilinçli ve planlı biçimde yok etme, ortadan kaldırma. Naziler tarafından işgal edilen Avrupa’da yaşayan Yahudilere 1939 – 1945 senelerinde yapılan işkencelerin ve toplu kıyımların tümüne verilen ad…

Büyük Larus, Cilt 17, Sayfa 10713

Uluslar arası hukukta soykırım:

9 Aralık 1948’de, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun, oybirliği ile kabul ettiği soykırım suçunun önlenmesine ve cezalandırılmasına ilişkin sözleşme tarafından tanımlanan ve kınanan bir suçtur. “Tamamen ya da kısmen yok edilmek” istenen, ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grup üyelerinin, fiziksel ya da ruhsal bütünlüğüne ya da temel haklarına (kültürel haklarına değil) zarar veren eylem, SOYKIRIM kabul edilir. Bir gurubun üyelerini öldürmek, onlara maddi ya da manevi acılar çektirmek; topluluğun tamamen ya da kısmen yok olmasına yol açacak yaşam koşullarını zorla kabul ettirmek, doğumları engelleyici önlemler almak, bir grubun çocuklarını başka bir gruba zorla aktarmak gibi… Soykırım suçunda bir devlet olabileceği gibi, herhangi bir kişi de olabilir.

Bu insanlar göç sırasında ölmediler mi? Öldüler…

Eşkıya soymadı mı? Soydu…

Çerkezlerin, Kürtlerin sataşmaları olmadı mı? Oldu…

Ve daha birçok şey oldu, birçok insan öldü ama işin içinde “Devlet” yoktu!

Devlet, göçün hangi koşullar içinde gerçekleşeceğini yazmış, kararlaştırmış ama uygulama aşamasında savaş koşulları, ulaştırma araçlarının kısıtlı olması, uygulamalardaki kişisel beceri eksikliği yüzünden bu “şartlar” sağlanamamış!

“Olduğu” sanılan olayların hiç birinde kasıt yok; imkansızlık var!

Şu "Mavi Kitap" neyin nesi?

Bu kitap, 1. Dünya Savaşı içinde çıkarılmış bir savaş propagandası yayınıdır. Ermeni militanlar 2000 yılında bu kitabın ikinci baskısını yaptılar.

İngiltere’de pek çok Mavi Kitap vardır ve bu kitaplar elçilik ve konsolosluk raporları gibi resmi belgelerden oluşur. Oysa Ermeniler ile ilgili olan “Mavi Kitap” diğerleri gibi değildir, İngiliz resmi belgelerinden oluşmaz çünkü savaş dolayısı ile 1914’de Türk – İngiliz diplomatik ilişkileri kesilmiş, Türkiye’deki İngiliz Büyükelçiliği ve konsoloslukları kapanmıştı. Dolayısı ile 1915 tehcir olayını rapor edenler, Türkiye’deki İngiliz diplomatları değil, misyonerler, gazeteciler, Ermeni komitacıları vs. gibi resmi sıfatı olmayan kimselerdir.

Yani bu kitabı okuyarak tehciri ve Türkleri anlamaya çalışmanın, Nazi belgelerini okuyup Yahudiler hakkında fikir sahibi olmaktan hiçbir farkı yoktur.

Ermenilerle ilgili bu “Mavi Kitap” içinde toplam 150 “belge” vardır. Bunların 70 tanesini Ermeni iddialarını benimsemiş olan Amerikalı misyonerler, 50 tanesini Ermeni militanlar, Taşnak komitacıları kaleme almıştır.

İşte şahitleri:


1) Amerikalı tarihçi Justin Mc Carthy:
“Propaganda malzemesi olarak yazılan bu kitaptaki belgeler tamamen sahte ve düzmece. Mavi Kitap’ta olayları anlatanların dörtte birinin kimliği bilinmiyor. Kitapta belge diye sunulanlar, Taşnak gazetelerinden yapılan alıntılardır. Bunlar büyük yalanlar değil, aptalca yalanlardır.”


2) Mavi Kitap’ın yazarı İngiliz tarihçi Arnold Toynbee:
Anılarında, “Kitapların propaganda için hazırlatıldığını bilseydik yapmazdık” diye yazmıştır.

Mavi Kitap”ın ilk amacı, Ermeniler için Amerika’dan yardım toplamaktı. İkinci amacı ise, ABD’yi Avrupa savaşına sokmaktı.

Bugün Ermenilerin ve yandaşlarının dört elle sarılmakta oldukları bu kitap, o günlerde dahi Türkleri suçlamak için hukuki delil olarak ileri sürülememiş ve kullanılamamıştır. 1919 – 1920 yıllarında İngilizler tarafından Malta Adası’na sürülmüş olan Türklerden 58’i, Ermeni katliamıyla suçlanmak istenmiş, fakat bunlar aleyhinde bir delil bulunamamış, o “Mavi Kitap” da hukukçuların önüne bile çıkarılamamıştı. Sonunda Malta sürgünleri, resmen suçlanamadan, sorgulanamadan serbest bırakılmışlardır.

87 yılda ne değişmiştir de o günlerde bile güvenilmeyip, delil olarak kabul edilemeyen bu kitap bu günün Ermeni iddialarının delili olarak kabul edilmiştir?

Parlamentosunda sözde Ermeni Soykırımını tanıyan“dostlarımız”dan biri buna cevap verebilir mi?


Bu kitapla birlikte aynı dönemde “Alman Vahşeti” adıyla bir Mavi Kitap daha yayımlanır. Almanlar, 1925 yılında yaptıkları araştırmalar sonucunda bu kitaptaki bilgilerin yalan olduğunu ortaya koyarlar. İngiltere, bunun propaganda amaçlı olduğunu kabul eder. Ama bizim “Mavi Kitap” kalır.
Osmanlı yüzünden bu kadar feryat eden Ermeni'nin gerçek durumu neydi acaba?

Osmanlı Hıristiyanları genellikle Türklerden çok daha iyi durumdaydılar. Askere gitmiyorlardı. Bundan da yararlanarak ticareti, küçük zanaatları ele geçirmişlerdi. Islahat döneminde tarımı da ele geçiriyorlardı. Türklerin tarlasını, bozulan çiftini, çubuğunu satın alıyorlardı. Osmanlı Ermenisi köyde ağa, kasabada eşraf, şehirde zengin işadamı olmuştu. Başkentte paşa oluyordu artık. Türk köylüsünün korkulu rüyası o götürü vergi toplayanların çoğu; Ermeniydi, Rumdu. Durmadan yakınan, sızlanan da yine onlardı, Padişahın Hıristiyan tebaasıydı. Anlaşmalar onlar içindi, yabancı konsoloslar onlara kulak veriyor, yabancı elçiler onlara arka çıkıyordu. Osmanlı Ermenisi, ezilmek şöyle dursun, korunmuş, kayrılmış ve şımartılmıştı.

Babıali’nin can damarı TERCÜME ODASI, Ermenilere bırakılmıştı. Buradan dünya ve ülke izleniyor, politikalar üretiliyor, uygulanıyor, bütün devlet adamları, önce burada hizmet verdikten sonra, sadrazamlığa kadar bütün devlet kademelerinde görev alıyorlardı.
İsyanları çıkaran ERMENİLER…

Köyleri basıp insanları kesip, öldüren, kadınların ırzına geçen ERMENİLER…

Düşmanla işbirliği yapan ERMENİLER…

Osmanlı’ya karşı düşmana casusluk yapan yine ERMENİLER!..

Savaş zamanında tüm bunların cezası, dünyanın her yerinde kayıtsız şartsız İDAM’dır.

Oysa hükümetimiz, İDAM yerine TEHCİR’i tercih ediyor.

Binlerce insanın bir yerden başka bir yere göçmesi, savaş koşulları içinde elbette çok zahmetli, elbette çok güçtü!

Ancak cezalandırılan insanın, zor koşullar içinde olması doğaldır!

Geçmişte ve günümüzde diğer devletlerin konuya bakış açısı:
* Ermeni komitecileri Anadolu’da ayaklanma çıkarıyor.
* Ayaklanma bastırılınca yurtdışında yaygara koparılıyor.
* Türkiye, en ağır biçimde karalanıyor.
* Ayaklanmayı Ermenilerin çıkardıkları göz ardı ediliyor.
* İsyan eden Ermenilerin, isyan ettikleri ve Türk askerine silah çektikleri için cezalandırıldığı söz konusu edilmiyor; tersine, sırf Hıristiyan oldukları için Müslümanlarca katledildikleri ileri sürülüyor.
* Kiliselerde Türkleri lanetleme duaları, meydanlarda protesto mitingleri yapılıyor.
* Gazetelerde ve dergilerde koyu düşmanlık yazıları yayımlanıyor.
* Ermeniler için yardım kampanyaları açılıyor.
Sözde soykırımı kimler tanıdı?
İLK DESTEK, KIBRIS RUM KESİMİNDEN
29 Nisan 1982: Kıbrıs Rum Kesimi Parlamentosu
15 Nisan 1995: Rus Duma’sı
25 Nisan 1996: Yunanistan Parlamentosu
26 Mart 1998: Belçika Senatosu
28 Mayıs 1998: Fransız Ulusal Meclisi
29 Ocak 2000: İsveç Parlamentosu
11 Mayıs 2000: Lübnan Parlamentosu
16 Haziran 2000: İtalya’da Roma Şehir Meclisi
28 Ocak 2001: Fransa Senatosu
13 Haziran 2002: Kanada Senatosu
20 Ağustos 2003:Arjantin Senatosu
16 Aralık 2003:İsviçre Parlamentosu
18 Mart 2004: Arjantin
26 Mart 2004: Uruguay (Pes artık!)
31 Mart 2004: Arjantin Kongresi
21 Nisan 2004: Kanada Parlamentosu
30 Kasım 2004: Slovakya Parlamentosu
05 Aralık 2004: Hollanda Parlamentosu
Sözde Ermeni soykırımının yabancı parlamentolara taşınması hareketi sürmektedir. Son olarak Polonya Parlamentosu da bir karar almış ve Almanya Parlamentosuna da benzer bir karar tasarısı sunulmuştur.

Soykırım anıtları:

1) Nisan 1967:
İlk Ermeni “soykırım” anıtı ABD’nin California eyaletinin Montebello şehrinde dikildi. Anıta Türk ulusunu karalayan şu kitabe kondu: “Türklerin insanlığa karşı yapmış oldukları katliam ve Türkler tarafından katledilen Ermenilerin hatırasına…”

2) 07 Kasım 1967: İkinci Ermeni “soykırım” anıtı, Sovyet Ermenistan Cumhuriyeti’nin başkenti Erivan’da dikildi.

3) 29 Kasım 1967: Sovyet Ermenistan Cumhuriyeti’nin Sisernakabend şehrinde, hatıra taşı biçiminde bir “soykırım” anıtı daha dikildi.

4) Nisan 1971: Fransa’da Marsilya şehrinde, Ermeni kilisesinin bahçesine dikildi.

Fransa, Ermeni anıtları dikme hareketine biraz geç başlamış fakat kısa zamanda diğer ülkelerin önüne geçmiştir. Bugün Fransa’da “Ermeni soykırımı” ile ilgili 34 adet anıt, haç, meydan ismi vs. bulunmaktadır.

5) 24 Nisan 2005: Bu kampanyaya son olarak Almanya da katıldı. Almanya’da ilk
Ermeni anıtı Bremen şehrinde açıldı.
Soykırımı tanıyan bu ülkelerin okullarında öğrenciler,
90 YILLIK BİR YALANI,
“Türklerin Ermenileri Nasıl Katlettiklerini” öğrenecekler!

90 yıldır bizim okullarımızdaysa bu konuda tek bir cümle dahi öğretilmemektedir. Okullarda öğrenemediğimizi, eğer bir gün işten güçten vakit bulursak, geçim sıkıntısından başımızı kaldırabilirsek, televizyonda Televole programlarına dalmazsak, bu konuya da merak duyarsak ve birkaç değerli yazarımızın kitabını okuyacak şansımız olursa öğrenebiliyoruz.

Dua edelim de; AB’ye uyum diye diye AB uzmanlarının eline teslim ettiğimiz eğitim müfredatı yüzünden, tarih ders kitaplarımızdan Atatürk kaldırılırken, yerine Türklerin Ermenilere yaptığı soykırım yalanı girmesin. AB’nin yazdırdığı kitaplarda öyle “soykırım” sözcüğünün önüne “sözde” kelimesi konacağını da kimse hayal etmesin.

Şuradan değer biçin. Eurimages denen, Avrupa Konseyi çerçevesindeki film fonu ile ilgili rezalet, bunun en iyi örneği. Aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 32 ülke bir araya geliyor, bazı filmleri desteklemek üzere bir fon oluşturuyor. Sanat üzerinden, ülkeler arasında dostluğu pekiştireceklermiş! Fona, 32 ülke her yıl para veriyor. Türkiye'nin verdiği yılda bir milyon Euro. Sonuç; yapılan oylama sonucunda 2 Türk filmi destek için onay alamıyor, ancak bizim aleyhimize Ermeni Soykırımını konu alan İtalyan filmi desteği alıyor. Madem ki bir ortaklık kurmuşuz, ortak ortağına zarar verecek bir film yapar mı? Hadi yaptı. Zarar gören ortak yumruğu vurup, bu ortaklığı terk edeceğine, kendine zarar verecek bir film için üstüne para verir mi?
Benzer durumlarda onlar ne yaptılar?
İngiltere:

1. Dünya Savaşı sırasında, Almanya ile İngiltere arasında savaş başlar başlamaz, İngilizler, Güney Avustralya eyaletinde yaşayan Alman kökenli nüfusu kıtanın iç taraflarına sürmüşler.
Güney Avustralya’da çok sayıda Alman asıllı Avustralyalı var. Bunlar, 1. Dünya Savaşı’ndan uzun yıllar önce, 19. yüzyılda oralara gelip yerleşmişler, Avustralyalı olmuşlar, genellikle bağcılık yapıyor, şarap üretiyorlar.

İngilizler, o insanları perişan halde sürerken, onlara çok gaddarca davranmışlar. Evlerini basmışlar, mallarını, mülklerini tarumar etmişler, piyanolarını bile parçalamışlar. Niye mi? Piyano ile Alman marşları çalabilirlermiş! Savaş Avrupa’da, bunlar ise Avustralya’da. Bu insanlar, Avustralya hükümetine silah çekmemiş, İngiliz asıllı Avustralyalılara kurşun sıkmamış, Almanya ile işbirliği yapmamış. Ama Avrupa’da savaş başlar başlamaz, ne olur ne olmaz diye sürülmüşler.
* * *
Sipahi isyanında yakaladığı Hintlileri top namlularının ağzına bağlayıp sonra o topları ateşleyen İngiltere değil miydi?
* * *
İhtilal sırasında İrlanda’da birçok İrlandalıyı kendi eli ile öldürmüş bulunan bir İngiliz subayı, İngiliz Harp Divanı “deli” olduğu gerekçesi ile serbest bırakılıp ve yine Katil Jaucas, jüri tarafından beraat ettirilmemiş miydi?
Rusya:
Rus orduları, 1914 kışında Anadolu’ya karşı büyük taarruza başlarken, Kafkasya Müslüman kitlelerini de önlerine katarak yürüyorlardı. Müslüman halk, Anadolu’ya doğru sürülüyor, sürülürken eziliyor, kırılıyordu.
Ruslar, 1877-78 kışında Tuna ve Edirne vilayetlerinde yapmış olduklarını, 1914 – 15 kışında Kafkaslar’da, Doğu Anadolu’da tekrarlıyor, yerli Müslümanları kırıyor, kırdırıyorlardı. Üstelik bu insanlar ayaklanmamış, silaha sarılmamış, casusluk veya düşman ile işbirliği yapmamıştı. Tek suçları Müslüman olmaktı.

* * *

Bütün dünyanın gözleri önünde Yahudilere katliam uygulayan Rusya değil miydi? Bu katliamları dünya öylece seyretmemiş miydi?
Fransa:
Ülkelerinin özgürlüğü için dövüşen Cezayirlileri mağaralara tıkıp sonra onları dumanla boğan Fransa değil miydi?

Almanya:

2.Dünya savaşı boyunca işgal ettiği ülkelerde yaşayan 7 Yahudi’den 6’sını toplama kamplarında açlıktan, hastalıktan ya da gaz odalarında öldüren, yağlarından da sabun yapan Almanya değil miydi? Savaşın başında Polonya’da 3.300.000 Yahudi yaşıyordu; 1944 yılında ise, bunların hayatta kalanları, yüzde 10’dan fazla değildir. Almanya ve işgal ettiği bölgelerde Çingeneleri de Yahudiler gibi yok eden Almanya değil midir?

Amerika:

• 1945'te Japonya'nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atom bombası atarak 250 bin kişiyi katleden,
• 1954'te binlerce Guatamalalı'yı öldüren,
• 1955'te Endonezya, Laos ve Kamboçya'da çok sayıda kanlı CIA operasyonları düzenleyip, 20 yıl sonra Kamboçya ve Laos'ta yine binlerce kıyım yapan Amerika değil midir?
• 1956-59 arasında Küba'da 60 bin kişiyi katleden,
• 1965'te işbirlikçisi Suharto aracılığı ile 1 milyon Endonezyalı'yı yok eden,
• 1965'te paraşütçülerini indirip, 10 bin Dominikli’yi öldüren,
• 1975'te Vietnam'dan kovulduğunda, geride milyonlarca ölü ve sakat bırakan Amerika değil midir?
• 1973'te Şili'de CIA‘in düzenlediği darbe ile 30 bin kişiyi öldüren,
• Arjantin'de faşist generalle birlikte 30 bin kişiyi öldüren,
• 1983'te 14 bin deniz piyadesiyle yapılan Lübnan müdahalesinde binlerce Lübnanlıyı katleden,
• Yine aynı yıl Grenada'yı işgal edip yüzlerce yurtseveri katleden,
• 1989'da asker çıkarttığı Panama'da 5 bine yakın insanı öldüren,
• 1991'deki Körfez Savaşı'nda Irak üzerine 12 bin sorti yapıp, çok sayıda sivilin ölümüne neden olan Amerika değil midir?
* Sadece 1946-1975 arasında tam 215 kez askeri güce başvuran, aynı yıllarda insanlığa 19 kez nükleer silah kullanma tehdidi savuran Amerika değil midir?

* * *
İkinci dünya savaşı sırasında Amerika, Japonya ile savaş kararı alır almaz, Amerika’ya yerleşmiş ve Amerikan vatandaşı olmuş tüm Japonları, hiçbir ayrıma, hiçbir açıklamaya gerek görmeden, enterne etmemiş midir?
* * *
Amerika yerlilerini sistemli bir şekilde öldürmek için çeşitli araçlar kullanan Amerika değil midir? Nedir bu araçlar?:
• Kuzey Amerika’da bizonların öldürülmesi
• Dar toprak alanlarını çağıl haline getirmek
• Alkolizmi teşvik
• Kasten mikrop bulaştırma
• Zehirleme

1965’de sözde Ermeni Katliamının 50. yılı kampanyası sırasında, ABD’nin Fresno şehrinde Talat Paşa’nın katili Soghomon Telerian’ın anıtı dikildi.

Nisan 1967’de ilk Ermeni “soykırım” anıtı da ABD’nin California eyaletinin Montebello şehrinde dikildi.

1973’de Türk diplomatlarına karşı ilk Ermeni suikastı Amerika’nın Santa Barbara şehrinde düzenlendi.

İşte dost ve müttefik AMERİKA!



Onlar bize topyekün saldırıyor; bu arada TBMM ne yapıyor?

1)Sözde soykırım yasa tasarılarını parlamentolarında kabul eden ülkeler, bir bildiriyle kınandı.

2)İngiltere Parlamentosuna bir mektup yazıldı. Bu mektubun altına tüm milletvekilleri imza attılar. Bu mektupla İngiliz Parlamentosu’ndan, Ermeni soykırımı savlarına dayanak olarak gösterilen “Mavi Kitap”ın zamanında propaganda amacıyla hazırlanmış ve gerçekleri yansıtmayan bir kitap olduğunun dünya kamuoyuna açıklanmasını istediler.

3)Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da Ermenistan Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan’a bir mektup göndererek, Türk ve Ermeni tarihçilerden ortak bir komite kurulmasını önerdi. Özetle “Karşılıklı arşivler açılsın, belgeler masaya yatırılsın ve bu ortak komite konuyu inceleyip gerçeği ortaya çıkarsın.” dedi.
SONUÇ?.. SONUÇ YOK!
SONUCU TAKİP EDEN VAR MI?
ONDAN DA EMİN DEĞİLİM.

AB’ye girmek uğruna AB ülkelerinin kapılarını tırmalamaktan vaz geçmediğimiz sürece, bu sorun katlanarak sürüp gidecektir.
AB ülkeleri bizden ne istiyorlar?

1) Sözde soykırımın Türkiye tarafından resmen tanınması
2) Ermenistan – Türkiye sınırının açılması
3) Ermenistan hükümeti ile diplomatik ilişki kurulması
Oysa Ermenistan’a Azerbaycan’da işgal ettiği topraklardan çekilmesini söyleyen yok!
Türkiye - Ermenistan sınırını açarsak ne olur?

Yabancıların kırsal alanda gayrimenkul satın almalarını engelleyen Köy Kanunu AB’ye
uyum yasaları kapsamında çoktan değiştirildi. Yani Ermenilerin sınır bölgelerinde
toprak satın almalarının alt yapısı önceden hazırlandı. Kars, Ardahan, Iğdır ve
Van yöresi, Ermenilerin öncelikli siyasi hedefleri arasındadır. Ermeniler, bu bölgeyi
süratle satın alıp, kapatabilirler.
Unutulmamalıdır ki; bugün haritadan silinen Filistin, bir zamanlar aynı hatayı yaparak Yahudilere topraklarını satmıştı. Bugün haritada Filistin yerine İsrail yer almaktadır.

Yine unutulmamalıdır ki, Rumlar ve Yunanlılar, zamanında Ege yöresinde bol miktarda
toprak satın almışlar ve Mart 1922’de, merkezi İzmir olmak üzere Ege bölgesinde bir “İyonya Prensliği” kurulması teklifi resmen Türkiye’nin önüne getirilmiş; bu tezgah, ancak Büyük Taarruz ile bozulabilmişti.

Köy Kanunu, bu gibi acı tarihi tecrübelerden sonra çıkarılmıştı.
Ama biz, onu AB’ye uyum uğruna değiştirdik!
AB üyesi İngiltere, hiçbir şekilde yabancılara kırsal alanda taşınmaz mal satmamakta, sadece 99 yıllığına kiralamaktadır.
Bugünlere nasıl geldik?

1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile Rusya,Osmanlı Hıristiyanlarının koruyucusu oldu.

1830 Osmanlı – ABD Ticaret Anlaşması’ndan sonra Amerikan misyonerleri Osmanlı Ermenilerine el attı. O güne kadar evlerinde ve kiliselerinde Türkçe konuşan, ancak Arap Harflerini okumakta zorlanan Ermeniler için Ermeni harfleriyle Türkçe İncil bastılar. Osmanlı ülkesinde Ermenilere Ermenice öğreten, Ermenice gramer ve sözlük kitaplarını yazanlar Amerikalı misyonerlerdir.

İngiltere ve Fransa, boş durur mu? 1856’da önce Sultan Abdülmecid’e çıkarttırdıkları Islahat Fermanı sonra da Paris Antlaşması ile Müslüman olmayan Osmanlı vatandaşlarının koruyuculuğuna soyunurlar. Artık bütün büyük devletler Osmanlı Hıristiyanlarının “koruyucusu”dur ve hepsinin burnu, Osmanlı Devleti’nin içişlerinin içindedir.

Derken 1876 yılında Filibe sancağında bir Bulgar ayaklanması çıkarılır. Osmanlı ayaklanmayı bastırır. Hıristiyan dünyasında “Müslüman Türkler Hıristiyan Bulgarları kesiyor” diye bir yaygara kopar.

Aradan 1 yıl geçer; Rusya, bu sefer de Bulgarların kurtarıcısı rolünde, Osmanlıya savaş açar ve hem Balkanlar hem de Kafkaslar üzerinden Osmanlı ülkesine saldırır. Doksanüç Harbi de denilen 1877 – 1878 Osmanlı – Rus Savaşı başlamıştır.

İşte tam bu sırada;
•Eli silah tutan Türklerin cephelere gitmiş olmalarını fırsat bilip, Türk – Müslüman köylerine saldıranlar, dünya kadar cana kıyanlar; Ermeni çeteleri,
• Kars düşünce, işgalci Ruslarla işbirliğine başlayanlar; buradaki Ermeniler,
• Erzurum’a giren Ruslar’ın polis kuvvetine katılan ve işgal süresince Erzurum’da Müslümanlara zulmetmekte bir sakınca görmeyenler; Ermeniler,
• İşgal boyunca Ruslar’a alkollü içki vs. satıp, dünyanın parasını kazananlar;Ermeniler,
• İşgalci Rusları evlerinde barındıranlar; Ermeniler.
• Ama her ne hikmetse “mazlum” olan; yine bu Ermeniler.

3 Mart 1878’de imzalanan Ayastefanos Antlaşması ile Rusya, Kars, Ardahan ve Batum’u alıcak, Erzurum’u ve diğer bazı yerleri ise boşaltıp, Türkiye’ye bırakacaktır.
Buralarda Ruslarla işbirliği yapmış ve yerli Müslümanlara zulmetmiş olan “mazlum” Ermeniler, Ruslar çekilince zulmettikleri insanların intikam almalarından korkarlar. “Koruyucu” Rusya da, Ayastefanos Antlaşması’nda “Kürtler ile Çerkezlere karşı Ermenilerin güvenliğinin sağlanması”nı hükme bağlar. Ayrıca “Ermeniler için reform yapılmasını” da şart koşar. Ancak Ayastefanos Antlaşması yürürlüğe girmez, onun yerini Berlin Antlaşması alacaktır.

Tahmin edeceğiniz gibi Ayastefanos Antlaşması İngiltere’yi telaşlandırır. Ermeniler üzerinde Rus nüfusu artacak ve Rusya doğuda prestij kazanacak! Olacak şey değil! Ayastefanos Antlaşmasını değiştirmek için hemen harekete geçer ve Osmanlı Hükümeti ile 1878 Kıbrıs Antlaşması’nı imzalar.

Buna göre eğer bir gün Rusya, Osmanlı Devleti’nin Asya topraklarına saldırırsa, İngiltere silahı kapıp, Osmanlı Devleti’nin yardımına koşacaktır. Bu “olası” yardıma karşılık da Osmanlı Devleti, Kıbrıs Adası’nın yönetimini İngiltere’ye bırakacaktır.

Osmanlı üretmiyor, üretmediği gibi habire tüketiyor, Osmanlı’nın bir dolu da borcu var, Osmanlı’nın ne kendine güveni ne de saygısı var, ille de büyük bir devletin yardımına muhtaç, “ver kurtul” diyor, veriyor. Verip de kurtulsa yine iyi. Anadolu’da bulunan Hıristiyan ve diğer tebaanın iyi idare edilmesi ve korunması hakkında “sonradan” kararlaştırılacak olan gerekli ıslahatı yapacağını da İngiltere’ye vaat ediyor. Böylece İngiltere, Ermenilere el atmak için gereken hukuki dayanağa kavuşuyor. Kader mi bu?!

İngiltere öncü olur, Rusya ile Osmanlı Devleti arasında imzalanmış olan ikili Ayastefanos Antlaşması değiştirilir, yerine çok taraflı 1878 Berlin Barış Antlaşması imzalanır. Ermenilerin oturdukları vilayetlerde muhtaç oldukları ıslahat ve düzenlemeleri ile Kürtler ve Çerkezlere karşı Ermenilerin emniyet ve huzurlarını koruma garantisi bu anlaşmaya da girer.
Peki Ermenilere karşı Türkleri kim koruyacak?

Mora’da Yunanlılar ayaklanmış, arkasından bir devlet kurmuşlar.
Filibe Sancağında Bulgarlar ayaklanmış, ardından bir Bulgar Prensliği kurulmuş.
İşte Kıbrıslı Rumlar da İngiliz idaresine girmişler.
Neden Ermeniler de aynı yolu kullanmasınlar ki?!

Rusya Ermenileri tarafından 1887’de kurulan Hınçak ve 1890’da kurulan Taşnaksutyun Ermeni İhtilal Örgütleri, Samsun – Mersin hattının doğusunda kalan bütün Anadolu Topraklarını “Ermenistan” yapmak istediklerinden, Anadolu’da kan dökmeye başlarlar. 1890 Erzurum isyanı ile başlayan ve 1896 Van isyanı ile sona eren dönemde üst üste toplam 34 silahlı Ermeni olayı ve Ermeni ayaklanması çıkarılır.
Bu olayların içinde İstanbul’da gerçekleştirilenler de vardır. İstanbul Galata semtindeki Osmanlı Bankası silahlı – bombalı bir Ermeni çetesi tarafından basılır. 1905 yılında Sultan Abdülhamid’e de suikast düzenlenir. Eylemleri ses getirir.
Olayları Ermeniler çıkartmıştır ancak yurt dışında “Müslüman Türkler, masum Hıristiyan Ermenileri kesiyor” diye yaygara koparılmış ve ölen Ermenilerin sayısı 30 kat arttırılarak gösterilmiştir. Her nedense Ermenilerin bu olaylarda katlettikleri Türklerin sayısını dile getirmek hiçbirinin aklına gelmemiştir.


1.Dünya Savaşı’ndan önce son Ermeni ayaklanması 14 Nisan 1909’da Adana’da çıkar. Silahlı Ermeniler, Türk mahallelerine saldırıp isyanı başlatırlar. Asker yetişinceye kadar kendilerini savunan Müslümanlarla Ermeniler birbirlerine girer. Türk – Ermeni boğuşması 3 gün sürer, çevre yörelere de yayılır ve sonuçta 1850 Türk ve 17000 kadar Ermeni can verir. Dış basın, İttihatçılar ve Türkler aleyhinde demediğini bırakmaz.

Üç gün sonra Cemal Paşa Adana’ya gönderilir. Ayağının tozuyla 47 Müslüman’ı astırır. Ayaklanmayı çıkaran , Müslümanlara silahla saldıran Ermenilerdir. Ne var ki; asıl suçlu durumundaki Ermenilerden sadece 1 kişi idam edilir!

Derken Osmanlı Devleti, Kasım 1914’de 1. Dünya Savaşı’na girer.
Osmanlı toprakları 3 koldan istila edilmektedir.
Batıda İngilizler ve Fransızlar Çanakkale’yi zorlamaktadır.
Doğuda Rus orduları Doğu Anadolu’yu istila etmektedir.
Güneyde ise İngilizler Süveys Kanalı harekatını başlatmaktadırlar.
İşte tam bu sırada içerden Ermeniler, devlete karşı silaha sarılırlar.
Ne mazlumiyet ama!!!

Özellikle Doğu’da yaşayan Ermeniler,
• Ruslardan yardım ve destek de gördükleri için cephe gerisini cehenneme çevirirler,
• Kürt ve Çerkez köylerine baskın yaparlar,
• Erkekleri öldürürler ve öldürdükleri bu erkeklerin ağızlarına, kendi tenasül aletlerini koyup öylece teşhir ederler,
• Kadın ve kızların ırzına geçerler.
Haliyle toplum bir anda çileden çıkar! Aynı vahşette karşılıkların gelmesi gecikmez!
Bütün bu olup bitenin arkasında ya TAŞNAK ya da HINÇAK dernekleri vardır ama
komitelerin dışında yaşayan Ermeniler de vardır ve bunlar hükümete başvurup, “suçluların cezalandırılmasını” isterler.
İçişleri Bakanı Talat Paşa, bölgede huzuru sağlamanın tek çaresi olduğu halde yine de “Tehcir” kararı almamak için direnir.


Osmanlı Ordusu, karşısındaki ordudan değil,
gerisinde bıraktığı Ermeni düşmanlığından çekinir hale gelir.
Artık Tehcir’den başka çare yoktur.

... ve meşhur 1915 tehciri:

Ermenilerle, Kürtler ve Çerkezler arasındaki ölümcül boğuşma kitle halinde imha biçimine dönüşünce;Talat Paşa, direnmekten vazgeçer ve cephe gerisinde ordularımızın ihanete uğramasını durdurmak için Tehcir Kanunu çıkartır. Ermeniler savaş sahasına bitişik vilayetlerle, denize çıkışı olan vilayetlerden alınıp, güneye yani zarar veremeyecekleri, henüz savaştan uzak yerlere nakledileceklerdir. Tehcirin kapsamı dardır.
Ama Ermeniler rahat durmaz;
• Bu kararın uygulanması sırasında geride kalan öteki Ermenilerin de isyan ettikleri görülür,
• Ülkenin batısında yaşayan Ermeniler, cehenneme dönüşen Çanakkale savaşında düşmana casusluk yaparlar.
• Mısır’a giren İngiliz ordusunun haber alma servisini de Ermeniler besler!
Sonuç olarak Anadolu’nun başka yörelerindeki Ermeniler de tehcir edilirler.
Göç yolunda, hastalıktan, açlıktan, eşkıya çetelerinin saldırılarından pek çok Ermeni
ölür. Kamuran Gürün, “Ölenlerin sayısı 300 bini bulmaz” diyor. O büyük savaşta ölen Türklerin sayısı on kat daha fazladır.


Şimdi de Talat Paşa’ya kulak verelim:

"Gerek tehcir, gerekse isyanlar yüzünden Ermeniler çok zayiat vermişlerdir. Bunu itiraf etmek lazımdır. Fakat, Doğu vilayetlerindeki Müslümanların da Ermeniler yüzünden aynı zayiata uğradığı bir gerçektir.
Rusların, Van, Bitlis, Muş ve Erzurum’u işgalleri sırasında yapılan ve bizzat Ruslar tarafından itiraf olunan zulüm ve cinayetler, o derece vahşetle yapılmıştır ki, Müslümanlar, artık ‘evlerinde kalma’ cesaretlerini kaybetmişler, aç ve çıplak göç etmeye mecbur olmuşlardır. Böylece, yerinden olan Müslümanlardan 600.000 kişi ölmüştür!”


1917 Bolşevik İhtilali ile Rus İmparatorluğu çözülür ve 1918’de Güney Kafkasya’da, Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan bağımsızlıklarını ilan ederler. Ermenistan, hiç vakit kaybetmez ve “Büyük Ermenistan”ı kurmak için Türk topraklarını işgal etmeye başlar.

Bu arada I. Dünya Savaşı sona erer. Türkiye, yenilen taraftadır. 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi nedeni ile Türk ordusu Kars, Ardahan ve Batum sancaklarını boşaltacaktır. Bundan başka Van, Bitlis, Erzurum, Diyarbakır, Elazığ ve Sivas vilayetlerinin de İtilaf Devletleri tarafından işgal edilebileceğini kabul etmiştir.

10 Ağustos 1920’de İstanbul Hükümetine dikte edilen Sevr Anlaşması, Doğu Anadolu’da bir büyük Ermenistan devleti kurulmasını öngörmüştür. Türkiye – Ermenistan sınırının saptamasını, Amerika Başkanı Wilson yapacaktır. Osmanlı Hükümeti, ABD Başkanının vereceği kararı kabul etmeyi garanti etmiştir.

Bu antlaşmadan cesaret alan Ermenistan, “Büyük Ermenistan” emelini gerçekleştireceğim diye Türk topraklarına saldırmaya başlar. Bunun üzerine, 1920 yılı sonlarına doğru Türkiye ile Ermenistan arasında savaş çıkar. Bu savaşta Milli Kuvvetlerimiz Ermenileri yenerek, Sarıkamış’ı, Kağızman’ı, Kars’ı, Gümrü’yü ve Iğdır’ı Ermenilerden kurtarır.

2/3 Aralık 1920’de Ermenistan ile Gümrü Barış Antlaşması imzalanır. Bu antlaşma, yeni Türkiye devletinin imzaladığı ilk barış antlaşmasıdır. Buna göre, 1877 – 1878 sonunda kaybedilen yerler (Batum hariç) Türkiye’ye iade edilir: Oltu, Sarıkamış, Kars… anavatana döner. Sevr Antlaşması geçersiz sayılır.


Ancak bu antlaşmanın ardından Kafkaslar’da durum yine değişir: Kızılordu bu bölgeye yürür; Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan Cumhuriyetleri Sovyetler Birliğine bağlanır; Erivan’daki Taşnak Hükümeti devrilir ve dolayısıyla Gümrü Antlaşması onaylanamadan kalır. Daha sonra yapılan Moskova ve Kars Antlaşmaları, Gümrü Antlaşması’nın yerine geçer.

16 Mart 1921’de Rusya ile Moskova Antlaşması, 13 Ekim 1921’de Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan ile Kars Antlaşması imzalanır. Bu antlaşmalar, Gümrü Antlaşması ile belirlenmiş olan sınırı doğrular. Kars ve Ardahan Türkiye’de, Batum ise Sovyet Gürcistan Cumhuriyeti’nde kalır. Aynı antlaşmalar ile Türkiye, Nahçıvan bölgesinin Azerbaycan himayesinde özerk bir bölge olmasını kabul eder. Ancak bu bölgenin hiçbir zaman bir başka devlete (mesela Ermenistan’a) bırakılmamasını şart koşar ve bunu antlaşmaya geçirtir.

Kısacası; bugünkü Türkiye – Ermenistan sınırı Lozan Antlaşması’ndan önce, 1920 – 1921 yıllarında çizilmiştir. Bu sınır, Ermenistan tarafından önce Gümrü sonra da Kars anlaşmaları ile 2 defa kabul edilmiş, onaylanmış ve daha o yıllarda kesinleşmiştir. Önce Ermeni Taşnak hükümeti, sonra Ermeni Sovyet Hükümeti ayrı ayrı Türkiye ile antlaşma imzalamışlar ve Türkiye – Ermenistan sınırını tanımış ve onaylamışlardır.

Derken suikastler başlar:

15 Mart 1921: Talat Paşa, Berlin’de vurulup şehit edilir. Katil Tehlerian adlı bir Ermeni teröristtir ve “Ermeni Ulusal Kahramanı” ilan edilir.
6 Aralık 1921: Eski Sadrazam Said Halim Paşa Roma’da vurulup, şehit edilir. Katil, Arşavir Şiragian adlı bir Ermeni teröristtir ve “Ermeni Ulusal Kahramanı” ilan edilir.
17 Nisan 1922: Berlin’de Eski Trabzon Valisi Cemal Azmi Bey ile İttihat ve Terakki’nin eski başkanlarından Bahaeddin Şakir Bey katledilir. Katil Aram Yerganian adlı bir Ermeni komitacıdır ve “Ermeni Ulusal Kahramanı” ilan edilir.
22 Temmuz 1922: Eski Bahriye Nazırı Cemal Paşa ve yaverleri Nusret ve Süreyya Beyler, Tiflis’te Ermeni teröristlerce şehit edilirler. Katiller yakalanamaz.


Başarabilselerdi Lozan Konferansı sırasında İsmet Paşa’ya ve daha sonra da Atatürk’e suikast yapacaklardı ama başaramadılar!


1922 – 1923 Lozan Konferansı:
Meclis İsmet Paşa’yı Lozan Konferansı’na gönderirken çok kararlıydı. Bu konferansta Anadolu’nun herhangi bir yerinde Ermeniler için toprak talebi olduğu takdirde, Türk heyeti barış müzakerelerini kesecekti. Nitekim, müttefikler, 2. komisyonda Ermeni konusunu gündeme getirmek isteyince, heyetimiz topluca celseyi terk eder. Bu konunun görüşülmesini de bir daha kabul etmez. Sonunda, Anadolu’da Ermenilere toprak verilmez. Böylece, Ermeni sorunu Lozan’da kapanır.

İŞİN SIRRI KARARLILIK


Aradan yıllar geçer. 1964 yılında sözde soykırımın 50. yılının yaklaştığı iddiasıyla biri ABD’nin diğeri de Sovyet Rusya’nın adamı olan 2 Ermeni patriğinin hemen hemen eşzamanlı çağrılarıyla Ermeni sorunu bundan 40 yıl önce yeniden gündeme gelir.

Çağrılar; bir yandan Kıbrıs sorunuyla,
diğer yandan Türkiye’nin Avrupa Topluluğu’na ortak üye olmasıyla bağlantılıdır.

1970’lerde Ermeniler bu sefer Türk diplomatlarına saldırırlar.
Türk diplomatlarına karşı Ermeni suikastlarının çoğu demokratik Batı ülkelerinde düzenlendi. Ermeni teröristler Amerika, Batı Avrupa ve Avustralya’da lojistik destek buluyor, daha kolaylıkla eylem yapıyor ve buralarda çoğu zaman cezasız kalıyor ya da hafif cezalarla kurtuluyorlardı.
Ermeni cinayetlerinin birçoğu Paris’te işlendi. Fransız makamları, korumakla yükümlü oldukları halde Türk diplomatlarını korumamışlar ve Ermeni terörüne göz yummuşlardır. Katillerin çoğu yakalanmamış, cinayetlerin failleri meçhul kalmıştır.
Yakalanan veya teslim olan Ermeni katiller de hak ettikleri cezalara çarptırılmamışlardır.

Fransa 8 saldırı, 17 ölü, 71 yaralı

ABD/Santa Barbara 3 saldırı, 4 ölü

Yunanistan 3 saldırı, 4 ölü

Avusturya 3 saldırı, 3 ölü

İsviçre 3 saldırı, 1 ölü, 2 yaralı

Kanada 3 saldırı, 2 ölü, 1 yaralı

Portekiz 2 saldırı, 4 ölü, 2 yaralı

Hollanda 2 saldırı, 2 ölü

İtalya 2 saldırı, 1 ölü, 1 yaralı

İspanya 1 saldırı, 2 ölü

İran 1 saldırı, 2 ölü

Yugoslavya 1 saldırı, 1 ölü, 1 yaralı

Irak 1 saldırı, 1 ölü, 1 yaralı

Belçika 1 saldırı, 1 ölü

Bulgaristan 1 saldırı, 1 ölü

Lübnan 1 saldırı, 1 ölü

Danimarka 1 saldırı, 1 yaralı


17 Nisan 1987’de Başbakan Turgut Özal, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik başvurusunu yaptı.
Böylece;
• AB kurumlarında Ermeni sorunu yeniden gündeme getirildi,
• Türkiye aleyhine çeşitli kararlar alındı,
• AB üyeliği için sözde Ermeni soykırımını tanımak bir önkoşul olarak Türkiye’ye dayatıldı.

23 Ağustos 1990’da Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti, bir Bağımsızlık Bildirgesi yayımlayarak bağımsızlığını ilan etti. Bu bildirgede “Ermeni soykırımının Türkiye tarafından tanınması” ve “Batı Ermenistan”ın bağımsız Ermenistan Cumhuriyeti emelleri olduğu” belirtildi.

Batı Ermenistan dedikleri, Türkiye’nin Doğu’su!!!

Ermenistan, daha bağımsızlığını ilan ederken saldırgan politikasını ortaya koymuştur. Bir yandan komşusu Azerbaycan topraklarının bir bölümünü fiilen işgal etti, diğer yandan da komşusu Türkiye’yi hedef aldı.

5 Temmuz 1995’de kabul edilen Ermenistan Cumhuriyeti Anayasası’nda Bağımsızlık Bildirgesi’nde yer alan esaslar olduğu gibi benimsedi. Böylece “soykırım”ın Türkiye’ye kabul ettirilmesi ve “Batı Ermenistan” emelleri, anayasa esası haline getirildi.

Şimdi söyleyin lütfen;

Tüm varlığımızın

AB kumar masasında bırakılmasına izin verecek miyiz?

Kaynaklar:

Ermeni Meselesi (Bilal N. ŞİMŞİR)

Soykırım mı? Hodri Meydan! (İsmet BOZDAĞ)