4 Kasım 2007 Pazar

GEREKSİZ SOHBETLER (NİSAN 2006)

GEREKSİZ SOHBETLER

Mutlaka başınıza gelmiştir. O anda canınız, hiç sohbet etmek istemiyordur. Ama kader ağlarını birkaç saniyede örer ve sırf nezaket kuralları öyle gerektirdiği için, hiç haz etmediğiniz zorunlu bir sohbet ortamının içinde buluverirsiniz kendinizi. Dakikalar saat gibi gelir, bir türlü geçmek bilmez. Konuşacak fazla bir şeyiniz de yoktur aslında o insanla. Ama nedense ısrarla konu açmaya, konuşmaya çalışır sizinle. Siz ise bir fırsatını bulsam da kaçsam diye etrafa bakınırken, bir yandan da konuşmak zorunda kalırsınız karşınızdaki ile. Üstelik zorla açılan konulardan biri can damarınızı bulursa işin rengi değişir, zoraki sohbet tartışmaya dönüşür ve her şey bitip yanından ayrıldığınızda, başınızın ağrısını da beraberinizde götürürsünüz.

İşte yine böyle bir gün, iş nedeni ile bulunduğum bir otelde, otelin genel müdürü ısrarla öğlen yemeğine davet etti beni. Yemekte iki de misafiri vardı. Zamanında İstanbul’dan İsrail’e gitmiş ve şimdi de Antalya’ya tatile gelmiş olan bir İsrail’li yaşlı çiftti misafirleri. Beni yemeğe zorla davet eden genel müdür, Atatürk’e olan düşkünlüğümü bilir ve ara sıra da şaka yollu mu desem, alay yollu mu desem üstü kapalı dokundurmalar yapar. Atatürk’ü taparcasına sevdiğini söyleyen bu zat, ne yazık ki ne hareketleri ile ne de diğer konuşmaları ile bu sözünün gerçekliğini hiç göstermez. İşte bu genel müdür, bu İsrailli çifte benim çok koyu Atatürkçü olduğumu söylemiş. Çift de “Biz de öyleyiz, çağır çağır” demiş; çağırdılar.

Kadın anlatıyor; Atatürk’ü çok severmiş, hatta evinin başköşesinde üzerinde Atatürk’ün resmi olan bir tabak dururmuş vesaire, vesaire. “Aaaa öyle mi? Aaaa ne güzel” diye geçiştire geçiştire yemeğin bitmesini bekliyorum. O arada konu geldi dayandı İran’a. İsrailli teyze, girdi lafa İsrail ordusunun çok güçlü olduğundan, çıktı İran’ın hiç gözünün yaşına bakmayacaklarından, hiç düşünmeden vuracaklarından. Daraldıkça daralıyorum, söyleyecek çok söz var, ama ne yeri ne sırası. “Sus Değer” diyorum kendi kendime ama işe yaramıyor.

En sonunda dayanamadım.
“Bakın Ester hanım, tamam İran’da nükleer silah olmasın, buna bir itirazım yok. Ama sizde de olmasın, Amerika’da da, Türkiye’de de ya da herhangi başka bir ülkede de. Ancak siz derseniz ki bende olsun ama onda olmasın, kusura bakmayın benim mantığım bunu almaz.” deyiverdim.

Genel Müdür şöyle bir hopladı yerinde, herhalde geçirmiştir içinden “Ben ne halt ettim?”diye.

Ester hiç böyle bir tepki beklemiyor olacak ki, bakakaldı suratıma, birkaç kere üst üste “ama… ama…” dedi fakat “ama”ların sonu nedense gelemedi. Genel Müdür lafı karıştırıverdi.

Ben bu arada içimden sayıyorum Ester’e: (Atatürkçüymüş. Atatürkçüsün de, hani ne oldu “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ?)

Laf yine döndü dolaştı, bu sefer önce Araplara sonra da petrole geldi. Şu pis Araplar yıllardır birbirlerini yemekten bıkmamışlar zaten. Dünyanın huzurunu hep bunlar kaçırıyormuş. İngiltere bunlara İsrail’i verirken, “Kara Altın”ı Araplara vermiş.

VAH YAZIIIIKKKK! Dünyanın başına bela olmak için bir petrolleri eksikti zaten!Kafamı nasıl kaldırıp, kadına nasıl bir bakış fırlattıysam, genel müdür oracıkta bayılacak sandım. Yemeğim bitmemişti ama daha fazla da nezakete gerek kalmamıştı, peçetemi bıraktım, “Afiyet Olsun” diyerek, masayı terk ettim.

Bu haftalar önce tanık olduğum, bir İsrailli bakış açısıydı. Bugün ise işbirlikçisinin bakış açısına şahit oldum. Buna katlanmak, diğerine katlanmaktan çok daha zordu.

Sabah işime gitmek için dolmuş durağına vardığımda, eski bir müşterime rastladım. "Merhaba, nasılsınız?", "iyiyim, siz nasılsınız?" faslından sonra dolmuşum geldi. “Yaşasın kurtuldum” dedim içimden, hiç sohbet edecek halim yok, sabah sabah bütün aksiliğim üzerimde.

Hemen atladım dolmuşa. Bir de baktım; bu da bindi peşimden. Hemen paramı uzattım şöföre ve geçtim en arka, en uzak köşeye. Derdim, her gün işe giderken yaptığım gibi, yolda geçirdiğim bir saatte yine kitabımı okuyabilmek. Ne mümkün!

Geldi oturdu yanıma. Kitabı açıp okumaya başlasam ayıp olacak, ama aklım da kitabımda. Sağdan soldan, havadan sudan hiç susmadan konuşuyor bizimki. Ben konuşmaya pek hevesli olmayınca, açtığı her konu iki dakikada tükeniveriyor. Ama bendeki şansa bakın ki; adam son derece azimli. İlla sohbet edecek!

Bu arada lafı nasıl dolaştırıp getirdi tam hatırlayamıyorum ama laf arasında askerin karalanmaya çalışıldığından falan söz etti. Ben de bunun bir nedeninin de askerin BOP’a karşı olması olduğunu söyledim. O da askerin zaten BOP’a izin veremeyeceğinden, çünkü BOP’un içinde Kürdistan’ın olduğundan söz etti. Buraya kadar bir sorun yok.

Kitabımı okuyamayacağımı iyice anlamıştım. En azından ilgi alanım içinde bir şeylerden konuşmaya başlamıştı. Derken konu İsrail – Filistin konusuna geldi dayandı.

Bana demez mi, “İsrail bu konuda haklı aslında” diye!
- “Nasıl yani?” dedim.
- “Bak” dedi. “Benim ortağım İsrailli. Bana diyor ki; PKK sorunu sizin için ne ise, bizim için de Filistin sorunu o.”
- “İyi de bunları kıyaslamak tamamen abes. Bir kere PKK denen örgüt, bize ait topraklarda bizden toprak koparmaya çalışıyor. İsrail, Amerika ve diğerlerinin desteği olmasa başlarını ezmek iki dakikalık iş. İsrail ise Filistin’in topraklarını işgal etmiş, halkına kan kusturuyor. Ortada bir sorun varsa; İsrail’in ta kendisidir.”dedim.
- “Olur, mu?” dedi. “Filistin onların topraklarıydı. Kendi topraklarına geri döndü onlar.”
- “Yapmayın Allah aşkına. Bilmem kaç bin yıl önce kovulmuşlar o topraklardan, şimdi mi onların vatanı oldu Filistin? Önce İngilizler sonra da Amerika ellerinden tutmasaydı vatanları mı vardı bunların?”
- “Öyle demeyin Değer Hanım. Onlar o toprakları satın almışlar.”
- “Çok doğru, aldılar tabii. Filistinlilerin salaklığı, İsraillilerin uyanıklığı. Şimdi aynı salaklığı bizimkiler yapıyor. Bir yandan hükümet satıyor, diğer yandan halk satıyor. Bu salaklığın sonu, Filistin!”

Sinir katsayım arttıkça, sesimin tonu da yükseliyordu sanırım. Minibüsteki insanlar yan yan dönüp bakmaya başladılar. Bunun üzerine biraz toparlandım.

Ama adamın susmaya niyeti yok.
- “Evet, her yeri, her şeyi satıyorlar maalesef. Ama size bir şey söyleyeyim mi, bu hükümetin en büyük hatası tezkereyi geçirmemesiydi”
- “Hatası mı? Bu hükümetin yaptığı tek doğru şey, o teskereyi geçirmemesiydi!”

İnsanlar yine dönüp baktılar, ben yine sesimin tonunu ayarlamaya çalıştım.
- “Bakın beyefendi, eğer biz Amerika ile birlik olur, komşularımızın aleyhine hareket edersek, bunlar çekip gittiği gün, biz kalacağız komşularımızla baş başa.”
- “Mesele de o ya Değer Hanım. Bunlar gitmeyecekler. Hep orada kalacaklar.”
- “Bu durumda mesele BOP beyefendi. Daha 15 dakika önce siz değil miydiniz ‘BOP’un içinde Kürdistan var, asker buna göz yumamaz’ diyen. Ben mi yanlış anladım sizi?”
- “Bakın Değer Hanım; akıllı olup, güçlü olanın yanında yer almalıyız”

Artık ne sesimin tonu ne dolmuştaki insanlar umurumdalar.
- “Hayır efendim. Güçlünün yanında yer almak değil, bizzat güçlü olmak marifet. Aksi takdirde güçlü olan sizi kullanır kullanır, işi bittikten sonra da bir kenara fırlatır.”
- “Size nasıl anlatayım? Hah işte bir örnek. Zengin bir insanla dostluk ederseniz, onunla birlikte en lüks lokantalarda yemek yersiniz. Oysa fakir bir insanla dostluk ederseniz, sıradan yerlerde yersiniz. Dolayısı ile zengin olanla arkadaşlık etmeyi tercih etmez misiniz?”
- “Etmem efendim! Gerekirse kuru ekmek yerim, onu da kendi paramla yerim!”

Nedense içimden “FAHİŞE” demek geldi adama ama insanüstü bir gayretle tuttum kendimi. Eskiden kadınlar, ahlaksız babaları veya kocaları tarafından genelevlere satılırlardı; ya da bekâretini bir nedenle kaybeden genç kız, korkusundan evden kaçar bu hayata düşerdi; ya da ne bileyim kötü niyetli birileri uyutup, bayıltıp kaçırırlardı. Hayat kadınlarının hemen hepsinin buna benzer bir hikâyeleri olurdu. Ama günümüzde birçoğu; bunu daha çok para, daha lüks yaşam, daha renkli hayat ya da sadece zevk için yapıyor. Bunlar çaresiz hayat kadınları değil, günümüz fahişeleri. İşte bu “zengin dost – lüks lokanta” örneği tam da günümüz fahişesi mantığı.

Saygı ve Sevgilerimle,

Değer Erbora
degererbora@gmail.com
(Nisan 2006)

Hiç yorum yok: