4 Kasım 2007 Pazar

ÇÖZÜM ELİMİZDE (MAYIS 2006)

ÇÖZÜM ELİMİZDE

Hiç dikkat ettiniz mi? Gerek Osmanlı Devleti gerekse Türkiye Cumhuriyeti’nde, devletin güçlü olduğu dönemlerde, azınlıklar ve halklar, bize büyük bir sadakatle bağlıdırlar. Ama ne zaman ki güçten düşmeye, zayıf yönetimlerin elinde, onun bunun oyuncağı olmaya başlıyoruz, bir anda isyanlar ve ayrılma istekleri baş gösteriyor. O güne kadar ülkesine, devletine sıkı sıkıya bağlı olanlar, bir anda bağımsızlık çığlıkları atmaya ve bizi de işgalci olarak nitelemeye başlıyor.

Osmanlı Ermenilerini ele alalım mesela. Osmanlı topraklarında ilk Ermeni sorunu çıkartılmaya çalışıldığında, bizzat Ermeni halkının kendisi, karşı durmuştu bu çalışmalara. Bu tarz kötü niyetli çalışmaları ve kişileri ihbar edenler, bizzat Ermenilerdi. Ama Osmanlı Devleti o dönemde güçlüydü ve Ermeniler de bu güçlü devletin sağladıklarından sonuna kadar yararlanıyorlardı.

Ülke içindeki Ermeni halkından yüz bulamayanlar, bir süre sonra Rusya Ermenilerini ortalığı karıştırmak için görevlendirdiler. Ne zaman ki; Kırım Savaşı, Balkan Savaşı yenilgileri peş peşe gelmeye başladı ve Osmanlı’nın güçten düştüğü ortaya çıktı, borç batağına batırılarak kanı emilmeye başlandı ve ölümcül hasta olduğu kesinleşti, bir Ermeni meselesi de yoktan var oluverdi.

Bugüne geldiğimizde yine güçsüz görünümlü, yine borç batağında, AB-D’nin gölgesinde bir Türkiye var ortada. Şu rastlantıya bakın ki; bir yandan hala eski bir Ermeni masalı ile uğraşırken, diğer yandan nur topu gibi bir Kürt sorunumuz oldu.

* * *

Baştaki diyor ki; “Türkiye’de Kürt sorunu vardır”.

Bir başkası diyor ki; “Türkiye’de Kürt sorunu yoktur. Sorun, Kürt’ün ta kendisidir”.

Öteki diyor ki; “Biz kardeşiz, bizi bölmeye çalışıyorlar, aman ha oyuna gelmeyelim.”

Ben de diyorum ki; şöyle bir gerilere gidelim. Şu AB-D burnunu sokmadan yıllar önce, bu insanlar gerçekte ne istiyorlardı?

Baktım ki, sadece toprak istiyorlar. Ekip biçebilecekleri, bir şeyler üretip, satıp, para kazanabilecekleri, karınlarını doyurabilecekleri bir parça toprak. Oysa bölgedeki tüm topraklar, aşiret ağalarının. Bölge halkı ise köle. Ağa için var olur, ağa için yaşar, ağa için çalışır.

Hani diyoruz ya; “Zengin iş adamı oluyorlar, millet vekili oluyorlar, bakan, başbakan, hatta Cumhurbaşkanı bile olabiliyorlar.” Ama bakınca gördüm ki; bu yükselenlerin hepsi aşiret ağaları veya onların ailelerinden kişiler. Halk, yine bunların kölesi. Hükümetler ise toplu oy potansiyeli uğruna, ağaların yanında.

Gerçi bir zamanlar köy enstitüleri var. Halka eğitim veriyor. Bir süre sonra bilgi ve meslek sahibi olmaya başlayan köleler, ağalarını tanımaz oluyorlar.

Ne oluyor?

Köy enstitüleri komünist yuvası diye kapatılıyor. Halk yine ağaların eline bakmaya başlıyor.

Sonra bir PKK ortaya çıkıyor. Bu köle halkın sesi olduğunu iddia ediyor. Görünürde fakir Kürt halkını kolluyor, zamanla desteğini de buluyor.

Savaş önceleri bu aşiret ağaları ile PKK arasında. Hükümetler, yine toplu oy kaygısı ile, aşiret ağalarının yanında.

PKK her geçen yıl, güçlendikçe güçleniyor, fırsatçı AB-D’yi de arkasına alıyor ve en sonunda bugünlere geliyoruz.

Bir de bakıyoruz; bu ağalar, artık hükümeti de ele geçirmişler. Meclisin çoğunluğunu bunlar oluşturuyorlar.

* * *

Peki, kimsenin aklına gelmiyor mu, “Şu halka toprak dağıtalım” demek?

Hükümetlerin aklına geliyor da, işine gelmiyor.

Gerçi çok eskilerden Bülent Ecevit’in bir sloganını hatırlıyorum; “Toprak işleyenin, Su kullananın” diye. Sonra ne olduysa oluyor; o da yalnızca sloganda kalıyor.

Askerin de aklına geliyor. Hatta son günlerden bir örnek verecek olursak, Suriye sınırındaki mayınlı toprakların mayınlardan temizlenip, tarım arazisi olarak halka dağıtılmasını onaylıyor. “Arazi, düz arazi. Terör açısından bir tehlikesi yok” diyor. “Hatta ben uygun bir fiyata bu toprakları temizlettiririm” de diyor. Ne güzel!

Ama hükümet ne yapıyor? Mayından temizleme işini İsrailli firmalara vermeye çalışıyor. Bu iş için gereksiz yere vereceği dünya kadar para bir yana, bir de bu toprakların 49 yıllık kullanım hakkını bu firmalara devretmeye kalkıyor. Bu durumda iş amacından şaşıyor, bölge halkı da yine ağzını havaya açıyor.

* * *

Atatürk, tüm sorunları gördüğü gibi bu sorunu da görmüştü. Bu ülkede bir toprak reformu yapılabilmesi için çok çaba sarf etti. 1 Kasım 1929’da Meclis'i açış konuşmasını yaparken: "Çiftçiye toprak dağıtılması da hükümetin aralıksız izlemesi gereken bir uygulamadır. Çalışan Türk köylüsüne işleyebileceği kadar toprak sağlamak, ülkenin üretimini arttıracak başlıca önlemlerdendir." dedi.

1 Kasım 1936’da Meclis'i açış konuşmasını yaparken: "Toprak yasasının bir sonuca eriştirilmesini TBMM'nin üstün çabalarından beklerim. Her Türk çiftçi ailesinin geçineceği ve çalışacağı toprağa sahip olması kesinkes lazımdır." dedi.

1 Kasım 1937’de Meclis'i açış konuşmasını yaparken ise: "Her şeyden önce ülkede topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemlisi de bir çiftçi ailesini geçindirebilecek toprağın - hiçbir nedenle ve biçimde - bölünemez hale getirilmesidir. Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işleyebilecekleri toprak genişliği, söz konusu toprağın bulunduğu bölgenin nüfus yoğunluğuna ve toprağın verimine göre sınırlandırılmalıdır." dedi.

Gördüğünüz gibi, Atatürk çok söyledi, çok çaba sarf etti ama çok önem verdiği bu sorunu çözmeye ne yazık ki ömrü yetmedi.

* * *

Atatürk’ün toprak reformunu niçin gerçekleştiremediğini merhum Ahmet Taner Kışlalı, çok güzel özetlemiş.

Kışlalı: “Çünkü Atatürk, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı yaparken, bir sacayağına dayanmak zorunda kalmıştı: Asker - sivil bürokrasi, küçük tüccar ve büyük toprak sahipleri. İşçi sınıfı yoktu... Köylü dağınık, bilinçsiz ve savaş yorgunuydu. Önderin gücü, dayandığı ya da dayanmak zorunda kaldığı toplumsal güçlerin olanakları ile sınırlıdır. Atatürk, o olanakları zorladı, zaman zaman da aştı... Ama hareketin tabanında önemli konumu olan bir gücü zayıflatacak, zamanla belki de yok edecek bir reformu gerçekleştiremedi.” demiş ve hemen arkasından sormuş: “O yapıyı yıkacak ve Türkiye'yi en kısa yoldan çağa taşıyacak olan Köy Enstitüleri hangi güçler tarafından yıkıldı?”

* * *

Aslında biz istersek, ortada sorun morun kalmaz. Kimse “Şu insanlara eğitim verelim, meslek sahibi yapalım, toprak sahibi yapalım, şu ağaları da bir kenara bırakalım.” demiyor.

Bir deneyelim bakalım. Önce gücümüzün farkına varıp, sonra da şu halkın sesine bir kulak kabartalım. Biraz eğitim, biraz da işleyecek toprak verelim. Mülkiyetini vermek de gerekmez, o toprağa ektiğinin kazancı, kendine kalsın yeter. Halkın desteğini bu yolla kendi yanımıza çekelim.

Mezralarda yaşayanlar da korunmasız mı? PKK tehdidinden mi korkuyor? Korkudan karşı gelemiyor mu? Zorla destek vermek zorunda mı kalıyor? Taşıyalım köye, birlikten kuvvet doğsun.

Bakalım bölge halkı, arkasında güçlü ve koruyucu Türkiye Cumhuriyetini hissedip, zorunlu veya gönüllü olan desteğini çektiği zaman, ortada bir PKK ya da Kürt sorunu kalıyor mu?

Saygı ve sevgilerimle,

Değer Erbora
degererbora@gmail.com
(Mayıs 2006)

Hiç yorum yok: