7 Kasım 2007 Çarşamba

TELEVİZYON DİZİLERİNDEKİ SİNSİ MESAJLAR (7 NİSAN 2006)

Sayın Cumhurbaşkanım,

Her geçen gün biraz daha ciddiyet göstermeye başlayan bir konu ile ilgili size yazmak ihtiyacını duydum. Bu konu ile ilgili olarak sizi rahatsız etmemin sebebi, en fazla saygı ve güven duyduğum şahsiyet olmanızdır.

Sayın Cumhurbaşkanım, kısa bir süre öncesine kadar televizyon seyretmeyen, yapacak daha önemli işleri olan bir Türk vatandaşıydım. Ancak son zamanlarda televizyon dizisi adı altında öyle yılan propagandaları yapılıyor ki, televizyon seyretmek benim için en önemli iş, adeta görev oldu. Ancak ne yazık ki çoğu vatandaş gibi hoş vakit geçirmek için seyredemiyorum bu dizileri, bu sefer hangi sinsi mesajları verecekler diye bir hafiye misali tetikte geçiyorum ekran karşısına. Artık kendi halinde yaşayan vatandaşa verilmeye başlanan mesajlar, öyle tehlike içermeye başladı ki; ben de bu mektubu size yazmaya ihtiyaç duydum.

Önce aşiret dizileri ile başladılar. Ardından Kanal D’nin “Yabancı Damat”ı geldi. Milli Mücadele’de Yunanlılarla çarpışmış olan eski bir asker olan ailenin dedesini bile, koyu bir Türk düşmanı olan Rum kokanasına aşık ettiler. “Önyargılarını” aştıkları gün de, birleştireceklerine eminim. Ama bu ailelerin gençleri önyargıları çoktan aşmışlar ki; her türlü engele rağmen evlenip, çoluk çocuğa karıştılar.

Arkadan “Kırık Kanatlar” geldi. Milli Mücadele yıllarında geçmekte olan dizinin geçen akşamki bölümünde “gözü dönmüş ve önyargılı” Türk kasaba halkı; masum üç Türk kızının evine, bir Yunan askerini sakladıkları gerekçesi ile baskın yapıp, kızları kasaba meydanında taşladılar. Kızları korumak isteyen bir kasabalı, bu kızgın kalabalık tarafından öldürüldü. Kızlar, bu Yunan askerinin Türk askerine kurşun sıkmak istemediği için kaçıp, onların evine saklandığını söylediler ama kimse inanmadı.

Bu kadar “dost” Yunan propagandası üzerine merak ediyorum; limanlarımızdan ve SEKA’dan sonra Yunanlılar Kanal D’nin hisselerini aldı da, bizlerin mi haberi olmadı acaba?

“Kırık Kanatlar” dizisinin devamında taşlanmakta olan kızların imdadına iki Türk subayı yetişmişti ki; bir yanlış anlamadan dolayı bu subaylardan biri, kızlara yardıma koşmakta olan muhtarın oğlunu öldürdü. Bu olaydan sonra çıkarıldığı mahkemede subaylıktan alındı. İlk beş saniye yıkıldı ama sonra bu üç kızdan biri olan ve önceden beri sevip de bir türlü açılamadığı Ayşe’yi alıp köyüne götürüp, onunla evlenip, çoluk çocuğa karışmanın hayallerini kurmaya başladı. “Bir milli mücadele subayı ki; aşkını görevinin önünde tutuyor”.

Derken, Show TV’de başka taraftan propaganda yapmaya başladı. Geçtiğimiz hafta Cüneyt Ülsever’in “Hacı” isimli romanından uyarladıkları aynı adlı diziyi yayına soktular. Hani şu, Türkiye’nin Türklere bırakılamayacak kadar önemli coğrafya olduğunu söyleyen yazar.

Dizide yazarın çizmiş olduğu karakterleri çok kısaca tanıtmak gerekirse:

Hacı : Dindar, Atatürkçü ve zengin iş adamı.
Zarife : Hacının hanımı. Başına başörtüsünü şöyle bir atıyor. Karı koca birbirlerine büyük bir sevgi ve şefkatle bağlılar.
Faruk : Hacının kardeşi. İçki, kadın her şey onda. Ankara’da müteahhit. Hacı ile öz kardeşler ama tamamen zıt karakterler.
Hacının büyük oğlu : Üniversiteyi Amerika’da okumuş. Yine Amerika’da eğitim gören bir Türk kızı ile evlenmiş. Çok modern bir çift. Gelinin başı açık. Canan isimli küçük bir kızları var.
Ahmet : Hacının küçük oğlu. Tam bir yobaz. Sakallı, takkeli. Sahte bir şeyhin yörüngesinde. Cuma namazı çıkışlarında devlete ve ABD’ye karşı söylevler veriyor. Yaptığı konuşmada yeşil renkli bayraklar dalgalanıyor. Hacı, bu oğluna çok kızıyor. 1. bölümün sonunda Ahmet şeytan olarak gördüğü, başı açık yengesini vurmak üzereyken, şans eseri oradan geçmekte olan Albay’ı görüyor ve şimdilik bu işi erteliyor.
Hacının kızı : Türbanlı bir üniversite öğrencisi. Ama bağnaz değil, türbanı da siyasi değil. Üniversiteye girerken diğer kızlar bir köşede gizli gizli başlarına peruk takarken o, aynı şeyi protesto amaçlı olarak, kapıdaki görevlilerin gözünün içine baka baka yapıyor. Bu yaptığı üniversitenin kız öğrencileri tarafından şaşkınlıkla, erkek öğrencileri tarafından ise hayranlıkla karşılanıyor.

Gördüğünüz gibi ailede her tür insan var ve hiçbiri birbirine benzemiyor.

Bir de kasabanın Albay’ı var. Koyu Atatürkçü. Bu dindar aileye, hatta ailenin modern üyelerine bile büyük bir önyargı ile bakıyor. Onun gözünde hepsi bir. Hacının sakalı bile ona batıyor. Oğlunun, bu ailenin küçük kızı ile aynı sınıfta okumasından da rahatsızlık duyuyor. Okulun açılış törenine türbanı ile gelen Hacı’nın kızına çok kötü bakıyor, okul kürsüsünden yaptığı konuşmasına Atatürk ile başlıyor, Atatürk ile bitiriyor. Bu arada kıza hala çok kötü bakıyor. Kız, tedirgin oluyor. Albay konuşmasını bitirdiğinde ise onu ilk alkışlayan bu türbanlı kızın yeğeni, küçük Canan oluyor. İkinci bölümde Albay’ın hanımı, eşinin tüm itirazlarına rağmen küçük Canan’a keman dersi vermeye başlıyor. Albay’ı evde gören küçük Canan, onu Atatürk zannediyor. Albay’a hayranlıkla bakıp, hazır ola geçiyor.

Tüm bu tanıtım şunun içindi. Dizideki tüm karakterler içerisinde saplantılı ve ön yargılı kişiler olarak, sadece iki kişinin altı çiziliyor. Biri sahte şeyhin yörüngesindeki, irticai örgüt üyesi küçük oğul Ahmet, ki başı açık yengesini öldürmeye kalkışacak kadar gözü dönmüş. Diğeri de “Atatürk” saplantılı Albay.

Ve artık sabrımın taşmasına ve size bu mektubu yazmama sebep olan sahne. Bir muhabir kız, Ankara’dan Kayseri’ye gidip, Hacı ile söyleşi yapıyor. Yapılan söyleşide Hacı’nın Atatürkçü olduğunu görüyoruz. Muhabirimiz yayın kasetinin kurgusunda bizzat bulunuyor, kaset yayına hazır hale geldiğinde, işi bittiği için gönül rahatlığı ile televizyondan ayrılıyor. Ancak muhabirimiz gittikten sonra, kanal yetkililerinden biri kasetin yeniden kurgulanmasını emrediyor. Söyleşi yayınlandığında herkes donup kalıyor. Çünkü yeniden kurgulanan kasette Hacı’nın sözleri cımbızla ayıklanarak, gerçekte söylediklerinin tam tersini söylemiş ve Atatürk’e kin kusmuş olarak halka sunuluyor. “Ahlaksız basın”, Atatürkçü, dindar bir iş adamını, “Atatürk karşıtı bir yobaz” olarak halkın önüne çıkarmış oluyor.

Birtakım gerçekleri çarpıtmalarına alışık olduğumuz basınımız, artık kendisini anlatırken de kendi gerçeğinin yönünü çarpıtmaya başladı.

Artık çığırından çıkan ve ifade özgürlüğü süsü verilerek, açıkça yapılmakta olan bu yılan propagandası sorununu dile getirecek bir makama ihtiyaç duyduğumda, gerçekten ülkesinin yararını düşünen ve bu yolda da asla duruşunu değiştirmeyen ve ülkemizin temel direği olarak gördüğüm bir yönetici olarak size yazmaya karar verdim. Konuya gereken önemi vereceğinize inanıyor, böyle bir konuda çaresiz kalıp sizi rahatsız ettiğim için tekrar özür diliyorum.

Sonsuz saygılarımla,

A.Değer Erbora
(07 Nisan 2006)

Not: Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'di. Aman ha, yanlış anlaşılmasın:)

Hiç yorum yok: