4 Kasım 2007 Pazar

HANGİ GENÇLİK? (NİSAN 2006)

HANGİ GENÇLİK?

Oturduğum apartmanda birbirinden güzel, birbirinden tatlı, daha 20 yaşlarında 3 tane genç kızımız var. Gonca, Aslı ve Özlem. Üçü de cıvıl cıvıl, bıcır bıcır, cici bici.

Üçünü de pek bir severim ama Gonca daha bir yakındır bana. Derdi varsa gelir anlatır, merak ettiği ne varsa sorar. Kızım olsa bu kadar severim.

Yaşı gereği aklı havadadır biraz, tüm yaşıtları gibi gezmeyi eğlenmeyi pek sever, magazine büyük ilgi duyar. Diğer iki kızımız biraz daha ağır başlı görünür onun yanında. Goncam deli doludur, gözlerine bakarsınız içini okursunuz. Ne zaman mutludur, ne zaman sıkıntılıdır, ne zaman aşıktır şıp diye anlarsınız.

Dedim ya; her şeyi gelir sorar. Bir gün erkek arkadaşı buna bir kitap vermiş. Kitap ta ne kitap ama tam bizimkine göre! Ömer Lütfi Mete ve Mahir Kaynak’ın “Derin Devlet”i. Ben bile daha okumadım o kitabı, rafta sırasını bekliyor. İki de bir geliyor anlamadığı kelimeleri soruyor.

- “Değer Abla Halaskargazi ne demek?”
- “Vatan Kurtaran” demek canım.”
- “Hııı, peki” diyor, gidiyor.

Yine geliyor;
- “Değer abla, peki irtica ne?”
- “Gericilik birtanem”
- “Tamam şimdi oldu” diyor, gidiyor.

Sonra yine geliyor;
- “Değer Abla, peki Emperyalizm ne demek?”

Buyurun buradan yakın. Anlayabileceği şekilde basitleştirerek, elimden geldiğince kısaca anlatmaya çalışıyorum.

- “Haaa tamam” diyor.

"Umarım anlamıştır" diyorum içimden. Ondan 20 – 30 yaş büyükler bile anlayamamışken emperyalizmin ne olduğunu, bu gencecik kız bu kadar özetten ne anlar ki?

- “Değer Abla, etnisite ne demek?”
- “Şekerim, bu kitabın sana göre olduğuna emin misin sen?”
- “Zor ama anlamadıklarımı sen söyleyince anlıyorum."

Gonca artık gide gele yoruldu, nasılsa iki dakika sonra soracak bir şey daha çıkar diye artık yanımda okuyor kitabını. Tam önümdeki işe dalmışım birden;

- “Değer abla, bu adam Atatürk düşmanı galiba, onun aleyhinde yazıyor.”

Zıpladım yerimden;
- “Ver bakayım bir sen şu kitabı! Hani nerede yazıyor?”

Atatürk, Trablusgarp’ta gözünden yaralanmış, Avusturya’ya götürmüşler. Gazi’nin hayatındaki en parlak sahnelerden biriymiş bu ama geri zekalı Atatürkçüler bu olayı gizlerlermiş. Çünkü orada Enver birinci adammış, Atatürk ise ikinci adam.

Bu satırlar bana Atatürk’ün bir gözünün takma olduğu martavalını hatırlatmasına karşın, paragrafın bütününde Atatürk’e karşı Gonca’nın söylediği gibi bir düşmanlık yoktu. “Geri zekalı” denilen Atatürk değil, biz Atatürkçülerdik.

- “Goncacım” dedim. “Sen boşver bunları. Anlıyorum diyorsun da anlaşılan yanlış anlıyorsun. Ayrıca bu kitap kesinlikle sana göre değil. Bunu okumayı hemen bırakıyorsun ve yarın gidip Şu Çılgın Türkler’i alıyorsun. Bu tip kitaplar için daha zamanın var , tamam mı birtanem?”

Bu arada baktım bizimkinin kafası iyice karışmış. “Enver kim ola ki?” diyor kendi kendine, her halinden belli. Oturdum bir saat Enver’i, Talat’ı, İttihat ve Terakki’yi anlattım. Konuya girmişken 1. Dünya savaşını, Mondros’u, Sevr’i sonra da Kurtuluş Savaşımız ile Mudanya ve Lozan’ı da anlattım. Kurtuluş Savaşı deyince bol bol Vahidettin geçiyor cümlelerimin içinde. Boş boş bakıyor yüzüme.

Önce çok mu uzattım acaba, kafası karıştı diyorum kendi kendime ama yok başka bir gariplik var. Ne zaman Vahidettin desem bakışları boşalıyor. En sonunda dayanamadım.

- “Vahidettin kim Goncacım?”
Beni dehşete düşüren cevabı sorumla aynıydı:
- “Kim?”
- “Ciddi olamazsın!!! Gerçekten bilmiyor musun?!!! Yarından tezi yok derhal söylediğim kitabı alıyorsun ve okuduktan sonra gelip bana anlatıyorsun, tamam mı?”
- “Tamam” dedi ve gitti.

Şaşkınlığımı üzerimden atmam kolay olmadı. Aylar önce gelen bir e-postayı hatırladım. Bir öğretmenin yazmış olduğu bir mektuptu. “Liseden mezun olup da hala okuma yazma bilmeyen bir öğrencinin olduğunu biliyor musunuz?” diye başlıyordu. “Yok artık! Amma attın!” diyerek çöp kutusuna göndermiştim iletiyi. Artık “doğrudur” diyorum. En azından ben “Vahidettin”i bilmeyen bir lise mezunu tanıyorum.

Yine de tam inanasım gelmiyordu eğitim sisteminin bu kadar bozulmuş olacağına. “Kişisel bir mesele bu” diyordum. “Bizimki biraz dalgacı ya, ondan bilmiyordur.”

Hergün takip ettim, kitabı aldırıncaya kadar 5 gün uğraştım. Ondan sonra annesi okumaya başlamış. Bir beş gün ya da 1 hafta da öyle geçti.
- “Başladın mı?” diyorum.
- “Yok” diyor.

3 gün sonra bir daha soruyorum.
- “Yok”.

5 gün sonra yine
- “Yok”

Bugün yine sordum, “Başladın mı kitaba diye?” En sevimli haliyle baktı yüzüme, belli ki hala başlamamış okumaya. Kızdım biraz, söylendim.
- “Ama Değer abla, ben tarihi hiç sevmiyorum, çok sıkılıyorum. Okulda da nefret ederdim zaten. Okumasam olmaz mı?”
- “Olmaz! Hem bu kitap senin bildiğin tarih kitaplarına benzemiyor. Roman bu yavrucuğum. Bunu okuduktan sonra, sahip olduğun bu özgürlüğü sana sağlamak için dedelerinin neler yaşadıklarını anlayacaksın. Oku bak ondan sonra başka ne okusam, ne yapsam da onlara layık olsam diye duvarları tırmalayacaksın. Ben sana bugüne kadar hiç sıkılacağın bir kitap okuttum mu?”
- “Okutmadın ama bu tarih. Sıkılacağım biliyorum.”

Olacak gibi değil, başka bir yol bulmalıyım. Mutlaka bir can damarı olmalı. Hah, işte buldum:
- “Bak güzelim, bu konularda çok zayıfsın, hiçbir şey bilmiyorsun. İki gün sonra erkek arkadaşın anlarsa bu kadar bilgisiz olduğunu, soğur sonra senden”
- “Yok soğumaz o benden. Hem o da bilmiyordur ki”

Oğlanı tanımasam inanacağım.
- “Hem ben sadece tarih bilmiyorum. Başka her şeyi biliyorum.”
- “Coğrafyan iyi yani?”
- “Hem de çok iyi. Notlarım hep yüksekti. Çok severdim Coğrafyayı”
- “Peki söyle bakalım, Yugoslavya iç savaştan sonra hangi devletlere bölündü?
- “O tarih bir kere”
- “Ne tarihi? Senden eski değil ki.”
- “Yugoslavya’da ne zaman iç savaş oldu ki?”
- “Offff Gonca! Anlaşıldı peki söyle o zaman, Kaçkar dağları hangi bölgemizdedir?”
- “Iııııııı…. Ya biliyorum, bir dakika söyleyeceğim. Ay hangisiydi? Unuttum….”
- “İtalya’nın başkenti?”
- “Fransa’nınki Paris”
- “Fransa’yı sormuyorum, İtalya’nınki hangisi?”
- “………………….”

“Yok artık!” dediğinizi duyar gibiyim. Ancak ne yazık ki şu ana kadar anlattıklarımın tek kelimesinde en ufak bir abartı yok, her şeyi olduğu gibi yazıyorum.

- “Peki İngiltere’nin başkenti?”
- “…………………..”
- “Goncaaaaaaa, söylesene kızım. Niye susuyorsun?”
- “Ya kimse bilmiyorki bunları. Ben nerden bileyim?”
- “Nasıl bilmiyor ya! Sen bilmiyorsun sadece. Sokaktaki çocuğu çevirip sorsam bilir bunları”
- “Valla bilmiyor kimse. Aslı’ya sor istersen, bak o da bilmiyor göreceksin”
- “Tamam anlaştık. Peki bilirse her dediğimi yapacaksın ama. Sana neyi, ne kadar sürede okumanı söylersem, okuyacaksın. Tamam mı? Hadi çağır bakalım Aslı’yı”

Aslı’ya telefon edildi. Kızcağız apar topar evinden çağırıldı.
Geldi “Hayır mı Değer abla?”diye.

- “Hayır mı, şer mi göreceğiz şimdi. Sana birkaç soru soracağım, onlara cevap vermeni istiyorum”
- “Ne oldu, ne yaptım ki?”
- “Bir şey yapmadın. Öyle değil. Söyle bakalım Yugoslavya’daki iç savaştan sonra Yugoslavya hangi ülkelere bölündü?
- “Ne savaşı? Yugoslavya’da savaş mı oldu?”

Diyorum kendi kendime “Yaşları tutmuyor herhalde”

- “Kaçkar Dağları hangi bölgemizdedir?”
- “Hıııı?”

Ağlamak üzereyim:
- “İtalya’nın başkenti?”
- “Bilmiyorum” diyor, biryandan da kikirdiyor.
- “Peki İngiltere’nin başkenti?”
- “………………, hi-hi-hi-hi”

Ya sabır!

Gonca diyor, “Gördün müüüü?”

Ben kulaklarıma inanamıyorum.

- "Çağırın çabuk, Özlem gelsin!”

Özlem de geldi. İlk iki sorudan umudumu kesmişim, son iki soruyu soruyorum sadece:

- “İtalya’nın başkenti?”
- “………………….”
- “Peki İngiltere’nin?”
Aynı sinir bozucu “…………………….”

Bu kızların üçü de lise mezunu. Üçü de çalışıyor, kendi harçlığını kazanıyor ve üçü de aynı sorularda susarak beni deli ediyor.

- “Kızlar, yarından tezi yok, eğitime başlıyoruz. Her gün size 5 sayfa vereceğim. Ertesi gün bana gelip anlatacaksınız. Ezberlemeye kalkmayın, ezber sormayacağım. Yarından itibaren her gün gelip ne anladığınızı bana anlatacaksınız.”

Önlerine baka baka gittiler. 10 dakika geçti geçmedi, Gonca hoplaya zıplaya geldi.

- “Öğrendim” dedi.

Marketçi kadına sormuş.

- “Kaçkar dağları Karadeniz’de, İtalya’nın başkenti Roma, İngiltere’ninki Londra. Yugoslavya’daki iç savaştan sonra ortaya çıkan devletler: Sırbistan, Hırvatistan, Moskova….”

- “Çekil git, gözüm görmesin seni, Moskovaymış!”
- “Ya tamam dur kızma, neydi ya?”
- “Bosnaaaaaaaaa! Yürü git, seninle yarın görüşeceğiz”

Dehşet içindeyim. Aileler çocukları ile ilgilenmeyi ne zaman bıraktı? Zaten ezbere dayalı olan eğitim ne zaman tamamen çöktü? En basit soruların cevabını bilmeyen bu öğrencileri liseden kim mezun etti?

Görüyorum ki bu bilgisizlik, ilgisizlik kişisel değil. Üçü de aynı durumda. Bu gençliği uyutmak için televolelere ihtiyaç yok ki, zaten ayakta uyuyorlar.

Cumhuriyet elden gidiyormuş. Hangi gençlik koruyacak ki Cumhuriyet’i?

Öte yandan düşünüyorum, biz bu çocuklara ne verdik ki, ne istiyoruz?

Zaman, herkesin kendi kapısının önünü süpürme zamanı. Çevrenizdeki gençlere siz de bir sorun bakalım. “Bilmez mi canım, mutlaka biliyordur” demeden sorun. Benim bu üç kızım gibi yüzlercesine rastlayacağınıza şüphem kalmadı artık. “Anası babası düşünsün”, “Öğretmeni düşünsün” demeden bizzat el atın bu gençlere. İlgisizlikleri; bilgisizliklerinden kaynaklanıyor. Her birimiz böyle 3 gence el uzatsa, gençliğimiz de kurtulur, Cumhuriyetimiz de.

Eğer bizler ilgilenmezsek, bir gün tarikatçı camiadan bir ilgilenen bulunacaktır.

Değer Erbora
degererbora@gmail.com
(Nisan 2006)

Hiç yorum yok: